Yol
………
………
……..
……..
Özgürlük budur belki de;
Sürekli bir yersizlik;
Sürüp giden bir yol…
..
Diyor, Oruç Aruoba “yürüme” adlı kitabında. Bu aralar yeniliklere gebeyim onun için yeniden okumaya karar verdim Aruoba’yı. Başka açılardan okumalar yapacağım kesin. Keçilerim azdı yine. Bu Karadeniz gezisi yüzünden sanırım. “Kardeniz’in ortası yoktur” demişti Şener, “ya inersin ya çıkarsın”… Eeee ister istemez Anadolu’nun bozkırından gelen bendenizin ayarlarını biraz yerinden oynattı bu iniş çıkışlar. Bunun müsebbibi olan kadın da şu fotoğrafta gördüğünüzdür.
Dediğim gibi şu aralar yeni işler peşindeyim o nedenle Karadeniz yazısına biraz ara vermek zorunda kaldım. Bekleyenim vardıysa onlardan özür dilerim. Ama biraz otursun şu peşine düştüğüm iş, sizinle de paylaşacağım. Zira beni ziyadesiyle heyecanlandırıyor… :))
* * *
Karadeniz gezimizin ortalarındayız. Önümüzde üç gün daha kaldı. Bugün Mısırlı Köyü’ne gidiyoruz. İki gece oradayız. Bir köy evinde misafir olacağız. Bu köy 1960’lı yıllarda bir yangın geçirmiş, bir çok ev yanmış ve yeniden inşa edilmiş. Yeniden ayağa kalkabilen her şeye hep bir hayranlığım olmuştur. Köye vardığımızda akşamüzeri olmuştu ve güneşin batmasına iki-üç saat kalmıştı. Şener, akşam yemeğinden önce isteyenlerle dere kenarına ineceğini, suya girip yüzmek isteyen olursa mayosunu da yanına alması gerektiğini hatırlattı. Benim o buz gibi suya girmeye hiç niyetim yoktu ama su kıyısına inmek fikri hoşuma gitmişti. Ahşap köy evlerini gezmeyi de istiyordum bir taraftan, ama o işi sabahın erken saatlerine ya da ertesi güne bırakmaya karar verdim. Bir gün yürüyüşe gitmeyip köyde kalabilirdim.
Önce eve girip eşyalarımızı bıraktık. İki katlı ve çok odalı bir köy evi olduğu için 12 kişiyi rahatlıkla ağırlayabiliyorlardı. Bizim kalacağımız odanın duvarlarındaki kilimlerin renkleri ve desenleri ne güzeldi…
Evden henüz yüz metre anca uzaklaşmıştık ki derenin sesi kulaklarımıza ulaştı. Toprak bir yoldan yürüyerek çayırlık bir alana geldik. Burada belirgin bir yol yoktu. Ahşap barakalar, tahtaların üzerindeki dokular… Alabildiğine yeşil… Arkadan gelen derenin şırıltısı… Tam bir huzur… Bir özgürlük hissi… Aruoba’nın “yürümek” adlı kitabındaki aforizmalardan birini yazmak istedim tam da burada;
İnsanın özgürlüğünün temeli,
kendisinden önce zaten açılmış, belirlenmiş
yollarda yürümek ‘zorunda’ kalarak,
yönlendirilmektir
-özgürlük de, yol açabilmektir.
Bağımlılık ‘zorlanma’ysa, bu,
bir yolu yürümeye zorlanmaktır
-belli, belirli, açılmış, açık bir yolu…
Özgürlük yürümekse,
açılmamış, belirsiz yollarda
yürümektir.
Kerem, Özlem ve ben yarın yapılacak yürüyüşe katılmamaya karar verdik. Gelip burada suya girebilir, piknik yapabilirdik. Sonrasında köydeki evleri gezerdim.
Beklediğimden uzun yürümüştük ama suya girmek için en uygun noktaya da ulaşmıştık. Aramızda soğuk suya girme cesaretini gösterebilenler oldu tabii ama ben onlardan değildim. Öyle olunca da suya girmeyenler olarak kendimize kara eğlenceleri icat ettik. Su kenarında büyüdüğü için olsa gerek devasa yapraklar vardı. Bir baktım bizimkiler almışlar bir büyük yaprağı ellerine oynaşıp duruyorlar. Benim onları fotoğraflamaya başladığımı farkeden Dilek, hemen yaprağın arkasına saklanıverdi. :)) Dilek’le daha önce bir Güney Amerika gezisinde tanışmıştım ama onu tanımak bu geziye kısmetmiş. Böyle tatlı bir yol arkadaşım olduğuna çok seviniyorum. 😉
Dere keyfi bitip eve döndüğümüzde Karadeniz’in nefis tatlarından oluşmuş bir sofra bizi bekliyordu. Karnımı doyurup hemen odaya çıktım. Güzel bir gün geçirmiştik ve bu güzel günü bir kere daha hatırlayıp bir an önce kağıda dökmek istiyordum. Yazarken uyuyakalmışım…
Sabah 4’te uyandım. Karadeniz’in havası böyle işte, gün ağarırken uyandırıyor beni. Odam güzel, yatak rahattı ama akşamdan beri aklım balkondaki divanda. Yastığımı yorganımı kapıp balkona çıkıyorum. Divana uzanıp üzerimi örtüyorum. Balkon pencere ile kapatılmış ama yattığım yerlerden dik yamaçları, yamaçlardaki çamları, çamların üzerinde topak topak bulutları görebiliyorum. Bulut değil, sis bunlar. Sis inmiş her yere.
Bir denize bir de ormanlara hiç sıkılmadan, hiç konuşmadan günlerce bakabilirim.
Bugün yürüyüşün tamamına katılmayacağım. Dizim ben buradayım demeye başladı. Ama araçla yürüyüşün başlayacağı yaylaya gidip, sonra Kerem ve Özlem’le birlikte dönebilirim. Ali de dönecek çünkü. Yani ulaşım sorunu yok.
Yayla oldukça tepede, virajlar oldukça sert. Öyle ki zaman zaman araçtan inmemiz gerekiyor. Hatta bir noktaya geldiğimizde araca yeniden binmek yerine kalan yolu yürüyoruz. Sıkı rampa tırmandığımız için ben günlük sporumu yaptığıma karar veriyorum. Evet artık ana yürüyüşe katılmasam da olur. Yayla o kadar tepede ki esas yaylaya ulaşmak için bir kaç yayla köyünden geçiyoruz. Ama tepeye, yayla evlerinin olduğu noktaya vardığımızda karşılaştığımız manzara enfes!
Burası Taşköprü (İmniyet) yaylası. Yayla evleri bir tepenin üzerine kurulmuş ve yamacın hem sağını hem solunu görebiliyorsun. Gülinaz Hanım’ın (evinde konakladığımız) bir akrabası bizi evine davet ediyor. Tek göz yayla evinin sobası yanıyor, üzerinde su kaynıyor. Ev sahibi teyze bize türküler söylüyor, kızı kahve, bisküvit, yemiş ikram ediyor. Dilleri Gürcüce ama Türkçe’yi de iyi konuşuyorlar. Yürüyüş ekibini yolcu edip kahvelerimizi de içtikten sonra dönüşe geçiyoruz. Bu arada Yutmi’nin de soluksuz yuttuğunu söylememe gerek yok sanırım. :))
Bir tarafı uçurum olan toprak yoldan köye geri dönmemiz yarım saati buluyor. Gülinaz Hanım kurufasulye yapmış, ellerine sağlık pek de güzel olmuş. Karnımız doyduktan sonra dere kenarına iniyoruz. Ali zuladan rakısını çıkartıyor. Bugün bile düşününce hala çözemiyorum neden yemek yiyip dereye rakı içmeye gittiğimizi. Zaten küçük bir çilingir sofrası için gerekli nevaleyi almıştık yanımıza. Neyse, vardır bir bildikleri büyüklerimizin. :))) Ara ara yağmur serpiştiriyor. Ali işini biliyor, derenin karşısındaki kaya kovuğuna yerleşiyor. Biz de çalıların altına saklanıyoruz, sonra yağmur diniyor yine yerimize konuşlanıyoruz. Derede güzel taş arıyorum, istediğim gibi bir kaç tane anca var. Dönerken onları da cebime atıyorum .
Eve döndüğümüzde saat dört olmuş. Duş alıp evin küçük kızı Irmak ile köyde dolaşmaya çıkıyoruz. Irmak bana ve Yutmi’ye köyü karış karış gezdiriyor. Akşam olduğunda uyku gözümden akıyor. Sabahları da çok erken kalktığımdan ekibin sohbetlerine katılmadan kendimi yatağa atıyorum. Yarın buradan ayrılacağız. Sabah olaaaa hayrola… (Müzik gelmedi bu sefer içime nedendir bilmem. Belki de derenin sesini duyun istemişimdir. 😉 )
28 Ağustos 2019 Çarşamba, 09:36 at 09:36
Başakçım, Karadeniz dizinin fotoğrafları çok güzel, şenlikli yazıların pek hoş . Sona gelince, adeta yazacak bir şey kalmıyor. İşte öyle bir hal.
Teşekkürler, sevgiler.
28 Ağustos 2019 Çarşamba, 11:03 at 11:03
Başak’cığım, ben Karadeniz’e ilk gittiğimde, kendime bir söz vermiştim. Sağlığım yettiğince Karadeniz’e her yıl geleceğim demiştim. Bunu uyguluyorum, bazen senede 2 kez gittiğim de oluyor. Türkiye’nin ve dünyanın başka yerlerinde de elbette yüce ormanlar ve harika doğa vardır. Ancak Karadeniz’in bendeki etkisini kelimelere aktarmam gerçekten zor. Seni de oraya sevdalı bir gezgin yapabildiysem ne mutlu. Kuru fasulye ve rakı konusuna çok güldüm, demek önden mideyi kapladınız fasulyeyle 🙂 🙂 Unuttuklarımı, başka bir şey ile ilgilenirken kaçırdıklarımı, bizden ayrı fotoğraf avına çıktığında çektiklerini seyrederken ve okurken çok keyifleniyorum, çok teşekkürler gezimize katılarak bize bu güzel anları unutulmaz kıldığın için. Keçilerinin peşinden hep gitmen dileğiyle.
28 Ağustos 2019 Çarşamba, 11:07 at 11:07
Ben teşekkür ederim, bu geziye önayak olduğun, suskunluğuma katlandığın :)) bana modellik yaptığın ve arkadaşlığın için…
Doğanın güzelliği üzerimizden ve ruhlarımızdan eksik olmasın…
Karadeniz, insan sevmeyenlerin eline kalmasın.
Amin…
28 Ağustos 2019 Çarşamba, 11:31 at 11:31
Başak,
Harikasın. Ne kadar güzel doğa, ne kadar güzel resimler. Eline sağlık.
Dilerim buraları, bu güzel yerleri, bu basit yaşayan insanların yaşamlarını, doğayı bozmazlar.
Sevgiler…
28 Ağustos 2019 Çarşamba, 12:42 at 12:42
Gün geçtikçe artan özlemimden midir yoksa yazdıklarını okurken o günün neşesini yeniden içimde hissetmemden mi bilmem ama bu yazı acayip keyifli geldi bana. Fotoğraflara baktıkça gülümsedim, mutlu oldum… ve hissettigim şeyler özlemimi daha da arttırdı. Eeee nasıl geçecek bu zaman? Nasıl bekleyecegiz bir dahaki sefere kadar?
Aynen yazında bahsettigin gibi, İç Anadolu’nun bozkırından gidip kendini cennete düşmüş sanan bendeniz de dönüş sonrası uyum saglamakta sorun yaşıyorum. Bir iç sıkıntısı, bir huysuzluk hali…
Bu yüzden, o güzelliği yeniden hissettirdigin için teşekkür ederim Başakçığım.
Ayrıca kurufasülye sonrası rakı konusuna bir açıklık getirmek istiyorum :))) Ali ve Kerem çapında iki iştahlı insan, öyle iki leblebi peynirle doyar mı? :)) Ve dahası obur Özlem peynir eritmesi keyfini kaçırır mı? :))))))
Eline, yüreğine sağlık
Sevgiler,
Özlem
28 Ağustos 2019 Çarşamba, 15:58 at 15:58
Fotograflar çok çok güzel….özledim hem seni hen Karadeniz’i…
29 Ağustos 2019 Perşembe, 08:36 at 08:36
Bayıldım yine, ve köyün o mis gibi havasını özledim, hiçbir şey yapmadan sobanın karşısına geçip ateşi izlemek istedim. 🙂 hadi gidelim Maçka’ya
31 Ağustos 2019 Cumartesi, 10:18 at 10:18
Ah, oralarda ben de olsaydım
Soluk soluğa
yaylalarda dolansaydım
Ne kalça protezi
ne diz
ne eklem sorunları
Sizlerden kaçıp
Özgürce
yeni yollar açsaydım…?
(Hani, “Ah o gemide ben olsaydım” şarkısı var ya, hah işte o makamda okuyacaksın…???)
31 Ağustos 2019 Cumartesi, 10:25 at 10:25
Ha… Bir de…
Saniye can, acaba bir sonraki etkinliğe biz mütekait çifti de katma zarafetini gösterip bu Hatipoğlu çiftini onurlandırır mı acep?
Maçahel tarafları olursa…
Öffff… Değme keyfime o zaman…?❤?
03 Eylül 2019 Salı, 15:00 at 15:00
Başak hanım
Uzun zamandır gitmediğim, doğu karadeniz fotoğraflarınız beni eski anılara döndürdü
Ayrıca anlatımınızda ayrı lezzetli
Elinize ve emeğinize sağlık
26 Eylül 2019 Perşembe, 12:50 at 12:50
Başkalarının memleketlerini övenler belli ki kendi memleketini görmemiş derim hep ve bunda da haklıyım, şu güzelliklerin, otantikliğin hep övülen isviçre den ne farkı var acaba..eline, diline ve dizlerine sağlık Başakcığım 🙂