Yedigöller’de Beş Silahşörler
Eve döndüğümde ilk iş kendimi sıcak bir duşun altına sokmak oldu. Duş teknesinin deliğinden; iki günün yorgunluğunu, şömine ateşinin bütün bir gece usuldan usula saçlarıma işleyen dumanını, mangalın isini, bir de gezinin sonlarına doğru yediğim soğuğu akıttıktan sonra bilgisayarımın başına geçtim. Fotoğrafların Yutmoğraf’dan bilgisayarıma aktarılmasını beklerken ben de iki günlük Yedigöller maceramızı yazmaya başladım.
Dokuz buçuk kişi ile (buçuğuncu kişi Defne bebek) çıkmayı planladığımız yola 5 kişi çıkacaktık. Tam teşekküllü fotoğraf sanatçımız Levent, Kıvırcık Nesrin (namı diğer Bonus), Nilgün, Ercan ve Ben… Levent dışında hepimiz amatör fotoğrafçıyız. Hafta sonu yağmurlu olacaktı ve yağmurda fotoğraf çekmek pek mümkün olmuyordu. Meteoroloji’nin söyledikleri hepimizin moralini biraz bozmuş ve acaba gitmesek mi, dedirtmişse de Levent’in pozitif yaklaşımı ve heyecanı hepimizi yollara düşürmeye yetti. Bunda Levent’in yaptığı işi çok sevmesinin önemi büyük… Levent hem profesyonel fotoğrafçı hem de bir fotoğraf sanatçısı. Günümüzde sevdiği işi yapan, işini severek yapan insan görmek giderek zorlaşıyor. Ama öyle insanlarında enerjisi, bu hafta sonu olduğu gibi bizim gibi kararsız dört kişiyi gaza getirmeye yetiyor. Yutmoğraf mı? O geçen sene Yedigöller’e gittiğinde o bölgeye tapmıştı. O benden önce hazır…
Neyse lafı uzatmayayım, iki günlük erzağımız ve Yedigöller’de konaklayacağımız dağ evinde gerekli olabilecek ıvır zıvırları da aldıktan sonra sabah yedide yola koyulduk. Benim hava durumundan sonra en çok kaygılandığım şey karşılaşacağımız renklerdi. Yedigöller Ekim-Kasım aylarında sararıp kızarmaya başlar ve inanılmaz bir renk cümbüşü oluşur. Gideceğimiz tarihle ilgili olarak Gökhan’ın bizi Kasım başında gitmemiz konusunda uyarmasına rağmen biz iki hafta önce bu geziyi yapıyorduk ve istediğimiz renkleri bulup bulamayacağımızı merak ediyordum.
Giderken Mengen üzerinden gittik ve saat onbirde Yedigöller’e vardığımızda hala yağmur yağıyordu. Serin Göl’ün yanındaki restorana girip bize dağ evinin anahtarını verecek olan Mahir Bey’i bulduk. Bize çay ikram ederek şöminenin etrafında dinlenebileceğimizi söyledi. Yağmur hepimizin moralini bozmuştu ama kimse kimseye çaktırmamaya çalışıyordu. Levent ve Nilgün keyifli hikayeler anlatıp ortamı neşelendiriyorlardı. Restoranda uzunca bir süre kaldık. Sanırım herkes bir umut yağmurun dinmesini bekliyordu. Ama yağmur dinmedi. Kalacağımız evlerin anahtarlarını alıp restorandan ayrılırken Mahir Bey bize akşama doğru şöminelik odun getireceğini söyledi.
Mahir Bey’in tarif ettiği şekilde ve Yedigöller’in meşhur bozuk yollarında evleri bulmakta biraz zorlansak da dağ evine ulaştığımızda moralimiz biraz daha yerine gelmişti. Eşyalarımızı arabadan indirip, evlere yerleştikten sonra baktık yağmurun dineceği yok, bari mangalı yakıp biraz karnımızı doyuralım dedik. Mangal iyi gelmişti. Ama dağ evi bütün bir gün tıkılıp kalmak için çok iyi bir ortama sahip değildi. İçi, dışarıdan göründüğü kadar etkileyici değildi. Bir gece idare edilebilirdi ama birkaç gün için bence yeterli donanıma sahip bir yer değildi.
Yağmura rağmen çıkıp yürümeye karar verdik. Nasılsa hepimizde yağmurluk vardı. Üstelik tam teşekküllü fotoğrafçımız Levent, fotoğraf çekimleri için iki adet de şemsiye getirmişti. İlk önce dağ evlerinin hemen yanında yer alan “İnce Göl” ile “Sazlı Göl”ü gezdik. Daha sonra hemen evlerin alt kısmında yer alan “Nazlı Göl”e doğru yürüdük. Tam Nazlı Göl’ün etrafındaki turumuzu bitirmiştik ki yağmur neredeyse durdu. Koşup fotoğraf makinelerimizi aldık. Geri geldiğimizde yağmur tekrar yağmaya başlamıştı. Bir süre ekipmanla (ekipmanı olan Levent tabi) yürümeye devam ettik. Nazlı Göl’ün yanından şelaleye indik… Her yer çok güzel, çok ıslak ve ne yazık ki yeşildi. Yerlerde sararıp kızarıp dökülmüş yapraklar vardı ama genel görüntü henüz yeşildi.
Şelaleden sonra Levent eve dönüp arabayı almaya karar verdi. Haklı tabii, o kadar yük… Biz de “Büyük Göl”e doğru yürümeye devam ettik. Büyük Göl’e vardığımızda yağmur yine dindi. İşte bu sırada bir dizi fotoğraf çekme şansımız oldu. Daha sonra Levent de geldi ve yaklaşık iki saat kadar fotoğraf çekmiş olduk. Levent’in getirdiği renkli şemsiyeler ve üzerilerimizdeki kırmızı, turuncu, mavi giysiler, bu renksiz havaya renk katıyor, çektiğimiz fotoğraflar bizi keyiflendiriyordu. Levent sürekli ertesi günü yağmur yağmayacağından ve neler yapacağından bahsediyordu. Bunları o kadar inanarak söylüyordu ki -tıpkı bir çocuk gibi- hiç birimiz onun hevesini kırmaya, ertesi günü de yağmur yağma ihtimalinin çok fazla olduğunu söylemeye cesaret edemiyorduk.
Birkaç saatliğine bile olsa havanın bize fotoğraf çekmemiz için izin vermiş olmasına sevinerek döndük dağ evine (Levent’in tabiriyle “evimize” 🙂 ) . Hava kararmış ve evin içi de soğumuştu. Şöminenin içindeki odunları yakmak için epey uğraştık. Neyse ki Ercan’ın maharetli yelpazelemeleri ile odunlar tutuştu. Ankara’dan getirdiğimiz yiyeceklerden bir masa hazırladık. Şöminenin etrafına oturup hem sohbet ettik hem karnımızı doyurduk. Ben sık sık terasa çıkıp ormanın sesini dinledim. Hatta gecenin büyük kısmını terasta geçirdim diyebilirim. Çıtır çıtır bir su sesi geliyordu kulağıma. Terasın ışığı ağaçların arasına sızarak dal ve yapraklardan oluşan bir dekor oluşturuyordu geceye…
Geceleyin herkes odalarına çekildiğinde, ben, şöminenin önüne indirdiğimiz yatakta ateşin yanında uyudum. Tabi uyudum denirse 🙂 Suya olduğu kadar ateşe de aşığımdır ben. Aşığıyla sayılı bir gece geçirecek insan nasıl uyuyamazsa ben de öyle uyuyamadım işte. Ateşin çıtırtısını dinledim, alevlerin salınışını izledim, sıcağıyla yüzümü yakışını hissettim. Ve tabi sönmesin diye sabaha kadar şöminenin yanına yığdığım odunlarla ateşi besledim. Son odunları da şömineye attığımda saat beşe geliyordu. Sanırım ondan sonra uykuya yenilmişim. Saati altıya kurmuş olmama rağmen ancak yedide kalkabildim.
Ekibin tamamının kalkması sanırım sekizi buldu. Yağmur yağmıyordu. Hepimiz çok mutluyduk. Ne olur biraz da güneş olsaydı (İnsanoğlu işte, doyumsuz…). Yine de rahat rahat fotoğraf çekebileceğimiz için mutlu mesut İnce ve Sazlı Gölleri geçip, Nazlı göle doğru yürümeye başladık. Nazlı Göl’de Levent yine ekipmanları çıkartıp hemen oracıkta küçük stüdyosunu oluşturuverdi. Yanında pratik bir çadır bile getirmiş. Nilgün ve Nesrin, Levent’e mankenlik yaptılar. Ben fıstık yeşili şapkası olan turuncu montumu Nesrin’e verdim. Nesrin’nin mavi poları ile çok hoş bir kontrast oluşturuyorlardı. Ercan’la biz de fotoğraf çektik. Zaman zaman Levent’in setinden de faydalandık tabii 🙂
Büyük Göl ile Derin Göl arasına kamp kuran bir grup gençle sohbet ettik. İçlerinden birinin bana iletişim için verdiği karttan bir tiyatro grubu olabileceklerini düşündüm. Yeni insanlarla tanışmak hep hoşuma gitmiştir. Burada da yeni insanlarla tanıştık. Bizim evlerin yanına çadır kuran iki arkadaş bize çekirdek ikram etti. Onlarla daha sonra dönüş yolunda da bir kaç kere karşılaştık.
Artık mantarlar da çıkmaya başlamış. Bir sürü ve de çeşit çeşit mantar gördük. Her gördüğümüz mantara “bu yenmez mi” diye yapışan Levent’i Nilgün’le Nesrin zor ikna ediyorlardı. İnanın Levent bugün hayatta olmasını Nesrin ve Nilgün’e borçlu 🙂
Yağmursuz güzel bir günün ardından dönüş vakti de gelip çatmıştı. Dönüşü Bolu yolu üzerinden yapmaya karar verdik. Yol, Mengen yoluna göre biraz daha bozukmuş ama yukarılara çıktıkça renkler kızarıyormuş. Öyle dedi Mahir Bey Amca. Yola çıktığımızda üzerimizi sis örtmüştü. Gözgözü görmeyecek şekilde değildi ama 200mt. ötesini göremiyorduk.
Dönüş yolu üzerinde 1290m.’deki seyir terasında durup, tepeye tırmandık. Çok değil, en fazla 5 dakika sürmüştür. Sisten dolayı tepeden aşağıya bir şey görmek pek mümkün olmadı. Ama tahta seyir terasının üzerinde bulduğumuz örümcek ağları hepimize eğlencelik oldu. Levent, Ben ve Nesrin sırayla fotoğraf çektik. Örümcek ağı iki babanın arasında elmas bir gerdanlık gibi duruyordu. Biri bana bu boy bir gerdanlık mı yoksa bu örümcek ağı mı dese kesinlikle bu örümcek ağını seçerim. “Yok artık” deyip bana inanmayanları ikna edecek süslü cümleler kurmaya çalışmam bile 🙂 Fotoğraflara bakın. Hala inanmıyorsanız yapacak bir şey yok. Olabilir, farklı gözle bakıyoruzdur dünyaya hepsi o der, geçerim 🙂
Gerçekten Bolu yolu yukarılara çıktıkça kızarıyordu. Hepimiz E.T. Gibi boyunlarımızı ön cama doğru uzatmış önümüze çıkan manzaralara tezahürat edip duruyorduk. Kaç kere arabayı durdurduk bir kaç kare yutabilmek için. Yol ilerledikçe biz Yedigöller’den, Bolu ormanlarından uzaklaşmaya devam ettik.
Ve doğayı tüm güzelliği, özgürlüğü ve içtenliğiyle gerimizde bırakarak medeniyete uzanan sevimsiz otobana “GPS“‘imizin yardımıyla çıkıp yolumuza devam ettik. Beton, demir, maske ve kostümleri ile medeniyet , ileride bizi bekliyordu.
16 Ekim 2011 Pazar, 12:44 at 12:44
Başakcım Yedigöller fotoğraflarına da anılarına da hayran kaldım. Bu arada naçizane bu yazının çok iyi bir gezi yazısı olduğunu ve okuyanı da kısa süreliğine yedigöllere götürdüğünü düşündüm. Örümcekse, ne desem eksik kalacak, en iyisi bir şey söylememek bence sen gereken her şeyi yazmışsın. Eline, yüreğine sağlık.
16 Ekim 2011 Pazar, 13:38 at 13:38
Hindistan, Silchar’dan sevgiler, katılamadığımız için üzgünüm. Anlaşılan yine geyiğin dibine vurulmuş 🙂 Sanırım bi dağ evi boşa gitti ona üzülüyorum:))
16 Ekim 2011 Pazar, 14:59 at 14:59
Başak,
Bu fotoğraflara bakınca profesyonellikle amatörlük arasında çok ince bir çizgi varmış gibi geldi bana. Hatta bazen amatörler o çizginin diğer tarafındakilerden daha başarılı olabiliyormuş. Harika fotoğraflar eline sağlık. Arabanın içinden çekilenler harika. Mantarlara ne demeli… Yiyesim geldi inşallah. Maaşallah. Çok seviyoruz maaşallah. Benim için çok hoş sözler yazmışsın ama mangaldaki ustalığımdan bahsetmemişsin 😉 Maaşallah
16 Ekim 2011 Pazar, 20:26 at 20:26
Levent’cim
Haklısın walla mangalı atlamışım. Mangalda da çok başarılıydın maşallah maşallah :))) Ama milleti de çok imrendirmek istemedim. Yazık bazı arkadaşlar gelemedi biliyorsun, kıyamadım işte onlara napiim :))
Ayrıca Yutmoğrafıma konuk olduğun için de ben teşekkür ederim inşallah :)))
Aysun’cum
Sizlerden gelen bu geri bildirimler beni nasıl mutlu ediyor bilemezsin 🙂
Üstelik sen bir de Yutmoğraf’a yazıyorsun ki böylece hem beni hem onu mutlu ediyorsun 🙂
Kıvırcığım,
Kendine haksızlık etme. Zira Yedigöller’de çok iyi modellik yaptın. Sabrına hayranım. Sen ve Nilgün’ün sayesinde karelerimiz renklendi az mı!
16 Ekim 2011 Pazar, 20:13 at 20:13
Basak yazilarin en az yutmografin kadar basarili.Cok guzeldi eline saglik.
16 Ekim 2011 Pazar, 21:47 at 21:47
çok güzel bir gezi oldu maşallah; ancak şöyle bir açıklık getiyeyim ki ben amatör fotoğrafçı dan çok tembel fotoğrafçı ödülüne daha yakınım :)yazı da fotoğraflar da süper. fotoğraflara baktıkça o kareler gözümde hareketleniyo, teşekkürler başakcım
17 Ekim 2011 Pazartesi, 09:47 at 09:47
Ne güzel renkler.. Hem yazıda hem fotoğraflarda.. Eline sağlık..
17 Ekim 2011 Pazartesi, 11:15 at 11:15
Bu güzel yazı ve muhteşem fotoğraflar için teşekkürler 🙂 Günüm renklendi 🙂 Yedigöllere kısacık bir tura çıktım adeta. Ellerinize sağlık 🙂
17 Ekim 2011 Pazartesi, 11:41 at 11:41
diyecek laf yok.. en son 1979 yılında gitmiştimmm. :(( yani 15 yaşında idim.. bidaha gitmek kısmet olmadı..:(( inşallah bu güzel anlatımın ve estantenelerin uğruna artık gideceğim.
17 Ekim 2011 Pazartesi, 11:43 at 11:43
Yedigöller her daim möhteşemdir bre 🙂 gk
17 Ekim 2011 Pazartesi, 19:10 at 19:10
iyi bir fotoğraf için güneşin, iyi bir muhabbet içinde can ile ibo nun orda olması lazım 🙂 seninle bu güzellikleri beraber yaşayalım, hikayelerinin ve fotoğraflarının içinde yer alalım istiyoruz ama bir türlü zaman ayarlamayı beceremiyoruz başakcım 🙁 bizede sadece güzel yazımlarına ve fotolarına iltifat etmek düşüyor bu durumda 🙂
18 Ekim 2011 Salı, 20:14 at 20:14
Başakcım eline, diline yutmoğrafına sağlık ne güzel anlattın yine 🙂 Dilara ve ben de orada olmayı çok istedik biliyorsun hava koşullarından dolayı gelemedik. İyi ki de gelemedik zira ben hafta sonunu yatak yorgan geçirdim :(( gelseydik halimiz ne olurdu? Ama senin güzel anlatımınla gelmiş kadar olduk dersem inan abartmış olmam :)) Sevgiler…