Samsara ve Mandala
Geçenlerde “Samsara” adında, belgesel kıvamında bir film izledim. Filmin özetini ve Samsara’nın anlamını yazının ilerleyen kısımlarında bulabilirsiniz. Ancak bu yazıyı yazmamın sebebi, bu filmde beni etkileyen bir bölümü paylaşmak…
Film, dünyanın çatısı olan Tibet’te başlıyor. Bana çok fazla hitap etmeyen bir müzik eşliğinde dünyayı dolaşıyor ve yine dünyanın çatısı olan Tibet’te son buluyor. Çok güzel renklerin ve görüntülerin yer aldığı bu filmde beni etkileyen şey ise Tibet’li rahiplerin renkli kumlarla yaptığı resim (MANDALA*) oluyor.
Aslında “kum madala”, filmin bütünlüğü açısından da çok hoş ve anlamlı bir seçim olmuş. Tibet’li rahipler, renkli kumlarla yukarıda gördüğünüz resmi yapıyorlar. Buna kum mandalası deniyormuş. Yapımı ve yaparken koruması oldukça zor bir çalışma bu. Rahipler, renkli kumları ellerindeki huni şeklindeki metal, özel çubuklardan, parmakları ile hafifçe vurmak suretiyle serperek, tabla üzerine çizilmiş deseni oluşturuyorlar. Zeminde yapışkan hiç bir şey yok. Yani bu renkli kumlar bir şeye yapışıp kalmıyor. Bu çalışma belki günler, belki haftalar alıyor belki de birkaç rahip birlikte yaptığı için bir günde bitiyor, bilmiyorum… Ancak yaptıkları iş oldukça emek, dikkat, özen isteyen ve hata affetmeyen bir iş. Film bu görüntülerle başlıyor ve sonunda yine bu resme geri dönüyor. Resim artık tamamlanmış. Rahiplerin hocası olan Lama geliyor ve resme önce elindeki metal bir şeyle bir çarpı yaptıktan sonra tüm resmi fırçayla dağıtıyor. Daha sonra rahipler, onca emek verdikleri bu resmi oluşturan renkli kumları elleriyle toplayarak kaplara dolduruyorlar ve sonunda geriye bu resimden eser kalmıyor…Bu iş yıllar içinde kim bilir kaç kez tekrarlanıyor…
Mandalayı düşünürken aklıma kumdan kaleler yapan çocuklar geldi. Yaşları küçüldükçe, yaptıkları kaleleri bozmaktan aldıkları keyif artar. Hatta bunu kahkahalar atarak yapar ve sonra da dalgaların onu alıp götürmesini izlerler. Kaleyi yapan eğer bir büyükse, onun bozulmaması için elinden geleni yapar. Bir çocuk gelip ayağı ile o kaleye basınca da için cız ederek küfrü basar. Doğru ya güneşin altında o kadar uğraşmış adam :))) Bir de iskambil kağıtlarından yapılan köyler… Bir üflemeyle dağılıverir…Hay allah belki de hiç ilgisi yok bu mandalalarla ama aklıma geldi birden işte…
Çocuklardan bahsetmişken, size çok küçük yaşta mandala yapmaya başlayan bir çocuğun hikayesini anlatayım.
Evvel zaman içinde kalbur saman içinde ülkelerin birinde küçük bir çocuk dünyaya gelmiş. Bu çocuğun annesiyle babası, O çok küçük yaştayken ayrılmışlar. Annesi ve babası, ayrılırken küçük çocuğa küçük taslar içinde renk renk kumlar ve ince-uzun, konik şeklinde metal çubuklar hediye etmiş. Çocuk uzun süre bunlarla ne yapacağını bilememiş. Öyle küçükmüş ki kumları çubuğa doldurmasını bile beceremiyormuş. Gel zaman git zaman çocuk kendi kendine desenler yapar, metal çubuğu ustaca kullanır olmuş. Sekiz yaşına geldiğinde ilk mandalasını yapmaya başlamış. Ancak bu bilinen mandalalara pek benzemiyormuş. Çünkü bu mandala, tek bir daireden değil, yan yana iki büyük daireden oluşuyormuş. Bu mandalaların renkleri de desenleri de birbirinden çok farklıymış. Üstelik öyle büyük öyle büyüklermiş ki, yap yap bitmek bilmiyorlarmış. Çocuk bir taraftan büyük mandalaları yaparken diğer taraftan da başka mandalalar yapmaya koyulmuş. Diğerleri bu ikisine göre daha küçükmüş. Kimisi çok renkli, kimisi çok karmaşık desenliymiş. Ama çocuk mandala yapmaktan hiç bıkmıyormuş. Tamamlanan mandalaları elleriyle bozup, bunların kumlarını dağlara, derelere, denizlere savuruyormuş. Kendince; Savurduğu bu kumların dünyaya güzellik, iyilik, mutluluk getireceğine inanıyormuş. Kimi zaman yaptığı mandalayı o kadar çok seviyormuş ki ondan ayrılmak istemiyor, bozarken gözyaşlarını tutamıyormuş. Yine de mandala yapmaktan vazgeçemiyormuş.
Masal bu ya, günlerden bir gün yapmaya başladığı bir mandalanın diğerlerinden çok farklı olduğunu hissetmiş. Onca emek verip özendiği bu mandalayı daha bitiremeden rüzgar gelip bozmuş. Günlerce mandalasının başında ağlamış. Ne olurdu diyormuş bittiğini görebilseydim… Ama hayat bu, hiç bir şey kalıcı değil ve ne zaman bizden alacağını da bilemeyiz. Ve rüzgarın dağıttığı kumları, renklerine göre tek tek ayıklayıp taslara doldurmaya başlamış… Bu olaydan sonra çocuk, bir tafatan büyük mandalasını yaparken diğer taraftan da bozulan mandalasının kumlarını ayıklar olmuş. O kadar çok üzülmüş ki yeni bir mandalaya başlayacak ne gücü ne de isteği kalmamış.
Üzüntüsünü hafifletmek için dünyayı gezmeye karar vermiş. Dünyayı gezip, dolaştıkça kendisi gibi mandalalar yapan başka insanların da olduğunu görmüş. Çok değişik desenler ve renklerle karşılaşmış. Bazı insanlar kendisi gibi kum mandalalar yapıp bozarken, bazılarının da renkli kumların sıkı sıkıya yapışıp bozulmayacağı yapıştırıcılar kullandığını farketmiş. Hatta mandalalarını rüzgar gelip bozmasın diye kendini cam fanusların içine hapsedenler, bunları kum yerine boya ile yapanlar bile oluyormuş. Kimileri de yaptıkları mandalaları başkalarına satıyor, lüks hayatlar yaşıyorlarmış. Bir çoğunun ise mandalanın ne olduğundan haberi bile yokmuş. Çocuk tüm bunları gördükçe kendi mandalalarını özlediğini, ne olursa olsun mandala yapabildiği ve onları evrene savurabildiği için çok şanslı olduğunu farketmiş. Ve evine döndüğünde büyük mandalalarını yapmaya devam ederken çeşit çeşit irili ufaklı başka bir sürü mandalaya daha başlamış. Yaptığı mandalaların renkleri ve desenleri artık daha canlı ve daha zengin görünüyormuş. Çocuk hayatı boyunca küçük mandalalar yapıp, bitenlerin kumlarını evrene savurmaya devam etmiş. Büyük mandalaları da bıkmadan usanmadan yapmayı sürdürmüş. O çok sevdiği -rüzgarın bozduğu- mandalasının kumlarını da tek tek renklerine göre ayıklayıp taslara doldurmaya devam etmiş.
Birşeye çok emek verebiliriz, çok özenebiliriz, ortaya çıkan eserimizi çok sevip, sahiplenmek isteyebiliriz ama ne olursa olsun, bu dünyada hiç bir şey kalıcı değil. Ve o çok emek ve değer verdiğimiz şeyler, yaşadığımız süre içinde bir gün yok olup giderse -ki gidebilir-, biz yeniden bir dünya kurabileceğimizi bilmeliyiz. Bu kum mandalaların ben de uyandırdığı düşünce bu oldu. Bunun bir de dinlerle ilgili olan, öte dünya veya yeniden doğum kısmı vardır mutlaka ama o benim pek inanmadığım belki de bilmediğim bir konu olduğu için pek bir şey söylemek istemiyorum. Tabii bunlar benim düşüncelerim… Buda demiş ki;
hayatımız sonbahar bulutları gibi geçicidir
varlıkların doğum ve ölümlerini izlemek
bir dansın hareketlerini izlemek gibidir
ömür şimşek çakması gibidir,
dik bir yamacın tepesinden akan su gibi kayıp gider.
(Çeviri: Ozan Çororo)
Aslında madalanın içerdiği felsefe de ayrıca ele alınabilir ancak ben şimdi ona girmek istemedim. Bununla birlikte bu konuda bilgisi olan ve paylaşmak isteyen olursa da hayır demem… 🙂
MANDALA: Yapısı, bindu denilen merkezi bir nokta, merkezden yayılma ve dairesel dış sınırlama şeklinde olmak üzere düzenlenmiştir. Daire ya da kare olan biçimler iç içe geçmiş, hepsinde merkezle olan ilişki belirtilmiştir. Bu durum bütünlüğü, Öz’ü simgeler. Öz yalnızca bir merkez değil, tümüyle bir insanı (bilinç ve bilinçdışı birlikteliği ile) temsil eder. Yaradılış içindeki daire, tekerlek ve dörtkenarlı olan her şey Öz’ün simgeleri olarak ortaya çıkar. Ortak merkezli bu figürlere MANDALA denir. Bilinen en eski dinsel figürlerden biridir ve en eski örneği de güneş çemberidir. ( Doğu Metinlerine Psikolojik Yaklaşım, C. G. Jung, İnsan yayınları, 2001)
Filmin eleştirmenlerce yapılan özeti şöyle;
Samsara, Baraka’nın yönetmeni Ron Fricke’nin yirmi yıl sonra çektiği ilk film. Kelime olarak ‘samsara’ Sanskritçeden bire bir çevrildiğinde doğanın sonsuz döngüsü anlamına geliyor. Film de doğum, ölüm, yaşam ve reenkarnasyonu konu edinmiş. Beş yılı aşkın bir sürede, yirmi beş ülkede çekilen Samsara, insanlığın kutsal saydığı topraklardan, endüstrileşmenin en yoğun yaşandığı alanlara kadar geniş bir coğrafyayı kapsıyor. İnsan deneyiminin ve maneviyatının kavranılmaz derinliklerini araştıran saf bir sinema deneyimi sunan film, dünyanın çeşitli yerlerindeki insan topluluklarının umut etme biçimleri kadar korkularının ve arzularının da benzer olduğunun altını çiziyor. Artık çok az filmde kullanılan analog 70mm film formatıyla çekilen film, insanlığı doğaya bağlayan yaşam döngüsünün görsel bir yansıması. Ne bir gezi güncesi, ne de bildiğimiz anlamda bir belgesel olan Samsara, kesinlikle büyük ekranda görülmesi gereken, duyularınızı harekete geçirecek eşsiz ve belki de ruhani bir sinema yolculuğu!
Samsara’nın anlamı da -çok basit olarak- vikipedi’de şöyle geçiyor;
Samsara ya da saṃsāra (Sanskrit: संसार; Tibetçe: khor wa; Moğolca: orchilong) Sanskrit kökenli modern dillerde birincil olarak “dünya” anlamında kullanılır. Hinduizm, Budizm, Jainizm, Sihizm dinlerinde reenkarnasyon ya da yeniden doğum döngüsünü anlatan bir kavramdır.
Bu dinlerdeki genel anlayışa göre, ölümün gerçekleştiği sırada karmik hesap kişinin yeniden doğduğu sıradaki duruma aktarılır. Bir kişi sayısız miktardaki yaşamların ardından tanrılardan biri haline gelebilir. Bir tanrı ise daha önceki hayatlarında yaptığı iyiliklerden elde ettiği hikmeti tükenene kadar doğaüstü güçleri kullanabilir. [1]
Samsara’nın sonsuz ölüm ve yeniden doğum zincirinden nasıl kurtulanılacağı Budizm ve Hinduizm’de esas konulardan biri olmuştur. Budizm bodhi (aydınlanma) cevabını verirken, Hinduizm’de ise mokşa‘dır.
Önemli Hint dinlerinin ortak tanımı olan samsara yaşamın döngüsünü, ölümü ve yeniden doğuşu, var oluşu ve yok oluşu tanımlar. Budizm geleneğinin amacı bu döngüyü terk etmektir. Samsara, cehennemden tanrıya kadar insanoğlunun bildiği varlığın bütün tabakalarını içine alır. Bütün varlıklar kendini yaşamın döngüsünde bulur. Buna “Karma” felsefesinde istek ve arzular yoluyla kendini bulan eylem, düşünce ve hisler de dâhildir. Bu döngüden ayrılmak, ilk olarak Karma felsefesine ait bu elemanların tanınması ve anlaşılması ile mümkün olur. Mahayana felsefesinde ise Samsara ve Nirvana’nın kimlik teorisinden daha fazlası ortaya çıkmıştır.
26 Eylül 2013 Perşembe, 04:54 at 04:54
Hmmm, interesting…
26 Eylül 2013 Perşembe, 07:52 at 07:52
Filmi izlerken ben de “anaaaa bozdular güzelim şeyi” demiştim ama, meğer çok güzel bir felsefesi varmış…
26 Eylül 2013 Perşembe, 08:17 at 08:17
Hikayeden çıkarılacak o kadar çok şey var ki yaşama dair… Çok beğendim, yuzumde kocaman bir gulumsemeyle başlıyorum gune, teşekkürler…
26 Eylül 2013 Perşembe, 08:23 at 08:23
Masal, her şeyi çok güzel özetliyor Başakçım 🙂 Başka söze ne gerek …Samsara’yı ben de çok görmek istiyordum aslında, umarım hala geç kalmamışımdır. Madem ki yazmışsın, nacizane ben de mandalalar hakkında bildiğim bir kaç şeyi paylaşayım. Bunlar, Budist kozmogonisini anlatan sembolik şekiller ve bir tür meditasyon aracı olarak kullanılıyorlar. Hem yaparken çok dikkat ve “an”da olmayı gerektirdiği için mandala yapmak bir tür meditasyon; hem de bitmiş mandalaya (kağıt üzerinde resim şeklinde de olabililir) odaklanarak da meditasyon yapıldığını biliyorum. Budizmde olduğu gibi hinduizmde de var bu tür geometrik açılımlar, onlara da çoğunlukla yantra deniyor ama ikisinde de mantık aynı sonuç olarak. Resimler çok estetik, iyi hatırlattın, ben de izliyim bu belgeseli 🙂 iyi hafta sonları şimdiden…
26 Eylül 2013 Perşembe, 08:27 at 08:27
Zehra’cım
Bilgiler ve paylaşım için teşekkür ederiz 🙂
26 Eylül 2013 Perşembe, 08:25 at 08:25
ben de çok etkilendim ve beğendim. biraz daha okuma ve araştırma isteği doğurdu bende. pek de bilmediğim bir felsefe ama öğrenmeliyim diye düşünmeye başladım. zaman yaratıp okumalıyım. böyle bir kapı açtığın için sağol başakçığım.
sevgiler, gülden
26 Eylül 2013 Perşembe, 08:34 at 08:34
Merhaba Gülden’cim,
Ben uzakdoğu felsefelerini seviyorum aslında. Çok kaptırmadan -ya da bulunduğun çağdan da çok kopmadan mı demek lazım- özdeki anlamları yakalayıp hayatı anlamlandırmak ve huzurlu hale getirmek açısından yararlı olduğunu düşünüyorum.
26 Eylül 2013 Perşembe, 08:42 at 08:42
aslında bizim kültürümüzde de benzer şeyler var. Mesela Şems ilk olarak Mevlanının tüm kitaplarını suya atarak başlıyor eğitime. Hatta anlatılara göre büyük bir havuza tüm kitaplar atılında ortaya ebruları bir tablo çıkıyor el yazması eserlerden arta kalan.
Bence hayatımızda tüm kalıpları, önyargıları/önkabulleri vs. Temsil eden ne varsa silip/harmanların başlamak lazım. Senin bahsettiğin eylem böyle göründü bana.
26 Eylül 2013 Perşembe, 09:53 at 09:53
O KADAR EMEK VERECEĞİM, BİRİ GELİP BOZACAK, TEKRAR KUMLARI AYIRACAĞIM VE MUTLU OLACAĞIM TAM BANA GÖRE :)))))) DÜŞÜNÜRKEN BİLE KÖTÜ OLDUM BAŞAK HANIM
26 Eylül 2013 Perşembe, 09:58 at 09:58
yutmografın bu öğretici tarafını da seviyorum.
ben samsara ve mandala’yı ilk kez burada duyup öğrendim…
çok sağol….
26 Eylül 2013 Perşembe, 10:36 at 10:36
Başak..muhteşem bir bilgilendirme yazısı olmuş..en azından benim için.bilmediğm ya da bu şekliyle bilmediğim bir konu.Öykü ise bambaşka bir lezzette…Tek solukta okudum..Biliyorum tekrar tekrar oluyacağım.Ve bittiğin de şu şarkıyı mırıldanıyordum..
SİL BAŞTAN BAŞLAMAK GEREK BAZEN
HAYATI SIFIRLAMAK.
Eline yüreğine bilgine sağlkk..Teşekkürler
26 Eylül 2013 Perşembe, 10:45 at 10:45
Müthiş bir yazı olmuş Başak’cığım….Büyük bir ilgiyle okudum…(Zwölf punkte, twelve points…o derece yani:-)
Bence Mandalayı da, hayatı da büyüleyici kılan, bir anda silinip, yok olabilecek olmaları…Arada bir eski mandalaları süpürüp, tamamen yeni bir mandalaya başlamak da çok zevkli ve insana yaşadığını hissettiriyor…Bu son zamanlarda zaten çok düşündüğüm (ve uyguladığım) bir şeydi ama mandala olayını bilmiyordum…Çok öğretici oldu…
Ben “herşey bir ana, belli bir süreye ait…onları güzel kılan da bu zaten…herşeyi sonsuz, sağlam ve değişmez kılmaya çalışarak hayatı sıkıntılı bir görevler silsilesine çeviriyoruz…keşke bunu yapmasak, çünkü aslında zevkli olan, mandalayı tamamlamak değil, yapmak…” diye düşünüyorum kendimce…
Hepimizin hayatından yapım aşamasındaki mandalalar eksik olmasın:-)
İkinize de sevgiler…
26 Eylül 2013 Perşembe, 12:06 at 12:06
Hep yolda olmak, yapma etme düşünme yolculuğu… ellerine sağlık:-)
26 Eylül 2013 Perşembe, 23:39 at 23:39
Her zaman olduğu gibi çok güzel bir yazı… Yorum yapmayı sevmem ama nedense bu kez kısaca da olsa yazmak istedim… Selamlar…
27 Eylül 2013 Cuma, 09:22 at 09:22
Felsefe ne karmaşık bir şey beee!..
Ben oynamıyorum…;-))))
28 Eylül 2013 Cumartesi, 11:00 at 11:00
Emek, Dikkat, Özen….
aldım mesajı, teşekkürler Başak…gk
28 Eylül 2013 Cumartesi, 17:42 at 17:42
Çok güzel, bir solukta okudum yazını Başak’cım..Belgeseli izlemeli..Belki de Gökhan hocamla sizin bir organizasyonunuz da olsa, birlikte izlenebilir..Ruhu dinginleştiren, keyif alınacak bir olgu diyebilirim..Güliz hanıma katılıyorum..Aslında gerçekleştirebilsek keşke yaşam felsefesi olarak..Enteresan olmakla birlikte aslında günlük yaşamlara da işaret ediyor..Neden mi? Ergeç sonlanıyor tüm güzellikler ve insanoğlu yaşama yeniden tutunuyor..Yaşam devam ediyor çünkü hızla 🙂 Gerçekte yaşamı anlamlı kılan da bu olsa gerek..Umutla ve hayalleriyle insanın yaşaması..Döngüde ölümden başka herşeye çözüm var..Ama yeniden doğuş da var aslında..:D Sevgilerimle, sağlıklı ve mutlu kalın görüşene dek…
07 Ekim 2013 Pazartesi, 13:57 at 13:57
Evet, Rahiplerin hocası olan Lama geliyor ve resme önce elindeki metal bir şeyle bir çarpı yaptıktan sonra, tüm resmi fırçayla merkeze yığıyor. Ama dikkat ettim, resim süpürüldükten sonra bile ardında izi kalıyor… 🙂