RAJA AMPAT III.Bölüm
KRI ADASI
Kri adasında yaptığımız dalışlar, benim için bu gezide Passage’dan sonra ikinci sıraya yerleşti. Aslında sualtı güzellikleri anlamında bu bölgeden daha güzel diyebileceğim yerlerde daldık. Ama bu dalış bölgesini diğerlerinden bariz şekilde ayıran o müthiş akıntısı oldu.
Bizi, yanda planını gördüğünüz adanın ( ki ada sualtında. Yani yüzeyden 8mt derinde başlıyor ) sol tarafında suya indiriyorlar. Ha bu arada aklıma gelmişken hemen yazayım çünkü bölümler bittiğinde unutursam çok üzülürüm; bütün dalışları, bizi ana tekneden dalış bölgesine taşıyan küçük teknelerle yaptık. Suya girişimiz hep tekneden sırt üstü atlayarak oldu. Ben de her seferinde Zodyak Kerem’i andım 🙂
Neyse konumuza dönelim… Dediğim gibi dalışlarımız, adanın solunda kalacak şekilde, yaklaşık 20-25mt.’lerde başlıyordu. Bu bölgede ve diğer bazı bölgelerde, benim ilk defa canlı olarak gördüğüm; halı köpek balığı, leopar köpek balığı yavrusu, siyah beyaz renkte ve zehirli olan su yılanları, pigme denizatı oldu. Özellikle pigme denizatını görmek için çok çabaladım, gözlerim şaşı oldu, burnum neredeyse mercana yapıştı ama sonunda görmeyi başardım 🙂 Rehberlerimiz birkaç sefer bu minicik yaratıklardan bulup bulup bize gösterdiler sağolsunlar ama ben bir defa baktım, gördüm ve bir daha görmek için hiç uğraşmadım. Onlara profesyonelce çekilmiş fotoğraflardan bakmak hem daha keyifli, hem de daha kolay :))
Yüzeye doğru yaklaştıkça akıntı kendini hissettirmeye başlıyordu. Akıntının çok olduğu yerde balık da çok olur malum. Gerçekten de onlarca balık sürüsü görüyorduk. Özellikle bedfish’ler… Sanırım temizlik istasyonlarıydı onların orası. Bu kadar çok bedfish’i birarada görmek mümkün müdür? Burada mümkünmüş… Ama dik değil, yatık duruyorlar…. Çünkü akıntı çok kuvvetli ve hayvanlar da yelken şeklindeler, nasıl dik dursunlar :)) Yandaki resimde Ogus’un bağlı olduğu ipe dikkat edin ne kadar gergin… İşte adanın tepesi burası. Burada Ogus’un yapıp bizlere dağıtmış olduğu kancalar ile kendimizi bir kayaya takıyor ve ipin ucunda bayrak gibi sallanarak (bu hafif kalır ama başka neye benzeteceğimi bilemedim şimdi) önümüzden geçen balık sürülerini izliyorduk…
Ogus, burada kendini bağlamış bakınırken, ben biraz daha aşağıda, akıntının daha az hissedildiği bir kayanın dibinde, kayanın içindeki kovuğa kafamı sokmuş bir baldudak resmi çekmeye çalışıyordum.
Fakat işin komik tarafı şu yanda gördüğünüz orfoz yavrusu habire baldudakla benim objektifin arasına girip duruyordu.
Sanki onu çekme beni çek diyordu. İnanır mısınız herhalde bir onbeş dakika filan beni uğraştırdı. Bir ara regülatörü ağzımdan çıkartıp kahkahalarla gülmeye başladım küçük orfoza… Bu arada ben onlarla oyalanırken dalış bilgisayarım ötmeye başladı. E günlerdir günde üç dalış yapıp duruyoruz. Olan oldu tabii. Dip zamanı kalmadı ki… Neyse bu iki sevimli yaratığı bırakıp, yüzeye, Ogus’un yanına doğru yükselmeye başladım. Akıntının beni sürüklemesine engel olabilmek için hemen elimdeki kancayı yüzeye en yakın olan kayaya sapladım ve deko beklemesine başladım. Bu arada zaman zaman yukarıdaki dalganın gücüyle geriye doğru çekilirken ipe tüm gücümle asılıyor, içimden de şu ip bir kopsa kimbilir bu akıntı beni nereye atar diye geçiriyordum. Evet demin dalga dedim. Çünkü denizin ortasında, yüzeyden 8mt. Derinlikte bir ada olunca adanın üzerinde de dalgalar oluyor. Denizin üzerinde bunu çok güzel görüyorsunuz. Denizin ortasında dalgalar…
* * *
Kri adasının olduğu bölgenin diğer bir önemi de, bizi tekrar uzaktaki sevdiklerimizle buluşturmasıydı. Sorong’dan tekneye binip açıldıktan birkaç saat sonra dünya ile tüm iletişimimiz kopmuştu. Cep telefonlarımız artık çekmiyordu. “Uzak” sözcüğünü ilk kez bu kadar derinlemesine düşündüm bu gezide. Her gün telefonuma bakıyordum acaba çeker mi buralarda diye… Ama yok. Teknoloji böyle bir şey işte. Oysa Maldivler’e giderken cep telefonum yanımda yoktu… Çekti çekmedi derdim de yoktu tabi :))
Teknedeki dördüncü günün sabahı kulağıma gelen cep telefonu mesaj sesleri ile uyandım. Sesler uzaktan geliyordu, benim telefonum değildi. Hemen kendi telefonuma baktım, çekmiyordu. Alt kamarada kaldığım için çekmiyor olabilir diye düşünüp, güverteye fırladım. Kaptan ve mürettebat, ellerinde cep telefonları, yüzlerinde mutlu bir ifade, ya telefonla konuşuyor, ya da mesaj çekiyorlardı. “Telefonlar çekiyor ” dedim. Sevinçli bir ifadeyle beni onayladılar. Benim telefonum da çekmeye başlamıştı. Nasıl heyecanlandım… Ama saat sabahın yedisiydi. Bu Türkiye’de gece iki demekti. Bu saatte aranmaz ki… Olsun dedim, bizim üçüncü dalışımızdan sonra Türkiye’de sabah olacak, o zaman ararım… Cep telefonlarıma mesajlar gelmeye başladı. Heyecanla açtım her mesajı. Manilerle dolu bayram mesajları, garanti bankası, carrefour reklamları, bayramdan bayrama arayan birkaç arkadaşımdan gelen birkaç cevapsız arama… “Uzak” sözcüğü kemirdi beynimi.
Derken herkes mutlu mesut kahvaltıya gelmeye başladı. “Cep telefonları çalışıyor ! ”
Bu arada Ogus girdi içeri, “Aroymak’ın hepinize selamı var”… Gece uyku tutmadığı için güverteye çıkmış, telefonların bağlandığını ilk Ogus görmüştü. Sabaha karşı üç gibi olduğu için de – ki bu Türkiye’de akşam on’a denk gelir – istediği gibi aramış herkesi…
Herkes sevinçli bir telaş içindeydi. Bizimkiler, mürettebat, kaptan, hepimiz… Birşeyler atıştırdım, sonra da yelken direğindeki yerime tırmandım. Ufka verdim gözlerimi. “Uzak” sözcüğü kemirdi beynimi. Türkiye’den kilometrelerce uzakta, neredeyse dünyanın bir ucunda, Ekvator’un üzerinde, Pasifik okyanusunda, Karadeniz türküleri dinlemeye koyuldum…
gözüm doldi yaş ile
nerelere gideyim
ha bu garip baş ile “
…
* * *
Manodo’yu bu bölümde yazarım demiştim ama bu bölüm tahminimden uzun sürdü 🙂 Belki de Manodo’ya ( Manodo, dönüş yolumuzda, Singapur’a uçmadan önce bir buçuk gün konakladığımız, Endonezya’da bir yer.) tek bir bölüm ayırabilirim. Manodo’da, balta girmemiş ormanların içinde, bir köyünde kurulmuş olan turistik tesislerde konakladık. Köy ve insanlar hakkında yazmak istediklerim var. Bolca fotoğraf çektik burada. Onların da bir kısmını sizlere göstermek istiyorum…
Dedim ya bu gezide yazacak çok şey çıktı… Bir sonraki bölümde buluşmak üzere…