Yutmi

Oku bakiim şurada ne yazıyor

Temmuz 17 2017

Sabah yine erkenden saat 7-7.30 gibi, güneşin çocuklarının yaşadığı Cusco’ya gitmek üzere Lima’dan ayrıldık. Yaklaşık 1,5 saat kadar uçtuk. Uçak Cusco’ya inmeden önce öyle yüksek tepelerin arasında alçaldı ki aklıma Tenten’in maceraları geldi. Onun maceralarından birinde, uçak, yüksek tepelerin arasından inerken kanat tepelerden birine çarpıyor ve uçak dağların arasında bir düzlüğe inmek zorunda kalıyor ve macera başlıyordu.

Cusco’ya indiğimiz zaman öğretmen eylemleri ile karşılaştığımızı anlatmıştım. ( https://www.yutmografim.com/en-uzun-yolculuk/#comments ) Eğer aracımızla havaalanından otele hiç beklemeden gidebilseydik, eylemin içinden yürüyerek geçmeseydik, -programa göre- otelde iki saat dinlenmek için vaktimiz olacaktı. Çünkü Cusco 3416 mt yükseklikte idi ve Sinan, programda bu yüksekliğe adapte olabilmemiz için biraz dinlenmemizin ve koko çayı içmemizin iyi olacağını yazmıştı. Ama görünen o ki bu hiç de mümkün olmayacaktı. Otele gitmeden gezmeye başlanacaktı. Bavullarımız bizden çok sonra otele ulaşabilecekti. Zira onlar ayrı bir araçtaydı ve bizim yürüyerek kurtulduğumuz trafikten onların yürüyerek kurtulma şansı yoktu :)) Sinan o günkü programı yetiştirebilme, ben de aylardır hayalini kurduğum Maximo Laura müzesini görme derdindeyim. Okuyanlar hatırlayacaktır, bu Perulu sanatçı hakkında “tezgahında iplik olmak” diye bir yazı yazmıştım ( https://www.yutmografim.com/tezgahinda-iplik-olmak/ )

Sinan bana, Cusco’ya gelmeden önce, ekip otelde dinlenirken, benim de müzeyi gezip gelebileceğimi söylemişti. Ancak artık böyle bir zaman yoktu ve Cusco’da benim bu müzeyi görecek başka zamanım da yoktu. Yani seçim yapmam gerekiyordu. Ben de Sacsayhuaman kalıntılarına gitmemeye karar verdim. Zira 24 haziranda (biz oraya gitmeden iki gün önce yani) güneş tanrısına ibadetin gerçekleşmesini canlandıran Inti-Raymi Festivalini Ayşe’nin verdiği bir cd’den izlemiştim. Eğer bizim gezimiz de festivale denk gelseydi -ki çok mümkünmüş bu- o zaman seçim yapmak benim için gerçekten zor olabilirdi. Ben gitmemiş olsam da burası ile ilgili güzel bir video paylaşacağım sizinle. Üstelik bu videoda, demin bahsettiğim, bizden iki gün önce gerçekleşen festivalin görüntüleri de var. Kısa bir video ama az da olsa bir fikir vereceğini düşünüyorum.

2017 Intı Raymi Festivali (24 haziran 2017 )

Bizimkilerle Güneş tapınağını ve San Pedro Yerli pazarını gezecek ama ondan sonra gruptan ayrılacaktım. Bunu Sinan’a söylediğimde biraz gerildiğini fark ettim ama ben kararımı vermiştim. Güneş tapınağı (Coricancha) orijinal olarak İnti, yani güneş tapınağı olarak adlandırılan tapınak, İnka İmparatorluğu’nun en önemli tapınaklarından. Güneş tanrısı İnti’ye adanmış. Tavan ve taban tabakalar halinde katı altınla döşenmiş. Beni burada en çok etkileyen şey, üstü açık odaların kullanım amacıydı. Bu odalara su doldurulup, gece yıldızlar çıktığında, su üzerine yansımasından yola çıkarak İnkalar tarafından yıldız haritaları oluşturmuştu. Ayrıca taşların büyüklüğü, o dönemdeki teknolojinin bugünkünden çok geri olduğu düşünülürse kesilmesi, açı verilmesi, yüzeylerinin pürüzsüzlüğü, sıva kullanılmadan, açılar dikkate alınarak üst üste getirilerek duvar örülmesi anlaşılabilir gibi değildi. İnsan öyle şaşkın şaşkın bakakalıyordu ancak. Bu tapınakta çok fazla kalamadık. Belki yarım saat… Ama sanırım burayı hakkıyla gezebilmek, hissedebilmek için bu önemli yapıya biraz zaman ayırmakta fayda var. Bu dar zamanda çektiğimiz bir kaç fotoğrafı paylaşayım.

Tapınaktan pazara aracımızla geldik. Pazarı gezdik. Yerli pazarda en çok ilgimi çeken taze meyve sularının satıldığı stantların çokluğu oldu… Peru’nun rengarenk el işleri de çok güzeldi ama pazar kapalı bir pazar olduğu için Yutmi Cunyır fotoğraf çekmek için uygun ışık olmadığını söyleyip burun kıvırıyordu. Biraz da mutsuz görünüyordu. Zira renklerin farkındaydı ama zaman o kadar kısıtlıydı ki bu onu da beni de germişti doğrusu. Ben de şimdi bu yazıyı yazarken fark ediyorum ki, bizimki burada tek kare yutmamış…

Maximo Laura’nın müzesini görmek için sabırsızlanıyordum ve artık gruptan ayrılmam gerekiyordu. İhtiyacım olan tek şey ise bir şehir haritası ve bana nasıl hareket etmem gerektiğinin söylenmesiydi. Neyse ki yerli rehberimiz Boris bu konuda bana çok yardımcı oldu. Şehir haritasını pazarın etrafındaki otellerden birinden aldım, Boris’e hangi sokağa gitmek istediğimi gösterdim, o da bana otelimizin yerini işaretledi. Müzeden sonra yürüyerek otele gidebileceğimi çünkü yokuş ineceğimi söyleyerek haritada gideceğim güzergahı işaretledi. Gideceğim yere buradan yürüyerek gitmememi, eğer yürürsem yokuş çıkmak zorunda kalacağımı ve zaten yüksekte olduğumuz için henüz vücudun tam adapte olmadığını söyledi. Bir taksi çevirdi ve beni götüreceği yeri söyledi. Burada çok fazla İngilizce bilen yok. Bilenlerin de İngilizce’sini anlamak çok zor.

Taksi beni istediğim sokağın ortalarında bir yerde bıraktı. Ben de bir kaç defa sorduktan sonra müzeyi buldum. Müzeye girerken tuhaf bir heyecan, hızla saç diplerimden ayak parmaklarıma kadar yayılmaya başladı. Onca yolu gelmemin iki önemli nedeninden biri de bu müzeydi ve ben buradaydım. Girişte bir danışma ve hediyeliklerin satıldığı bir salon vardı. Görevlilere Laura’nın eserlerini görmeye geldiğimi söyledim, danışmadaki gençler beni içeri doğru yönlendirdi. Çok güzel bir ışıklandırma altında, fotoğraflarına defalarca baktığım ve tahmin ettiğim gibi fotoğraflarından çok daha etkileyici olan o muhteşem dokumalarla karşı karşıyaydım. Ayakta öylece duruyor ve gözlerimi onlardan alamıyordum. Kalbim, Tibet’te, 5200 mt’de, hızlı adımlarla yürümeye kalktığımda nasıl güm güm vurduysa göğüs kafesime, şimdi de öyle vuruyordu. Bir an kalbim ağzımdan dışarı fırlayacak sandım.

Dokumalardaki desenleri yakından incelemeye çalışıyor ama bir türlü net göremiyordum.  Çantamın içinden el yordamıyla bulup çıkarttığım mendille gözlerimi silsem de bir an için netleşen görüntü yeniden o buzlu camın arkasında kalıyordu.  Bir süre sonra buzlar eridi, sis bulutu dağıldı ve ben, gözlerime inanamadım;  artık o salonda, o duvarların arasında, o parkenin üzerinde değildim. Onlar benim karşımda duruyordu. Yüzümde tuhaf bir hüzün, saçımda yapraklar ve başımda bir çiçek vardı. Yapraklardan biri, gözümden süzülen yaşları gizlemek için gözlerimden birini kapatmıştı ama damlalar, yaprakların arasından, onlardan aldıkları renklerle saçlarımdan aşağıya doğru süzülüyorlardı. Saçlarım! Ne zaman uzamışlardı?  Tam bu sırada Cunyır, objektifini kocaman açmış, nutku tutulmuş bir biçimde, neyi nasıl yutacağını bilemez bir halde tişörtümü çekiştiriyordu. Gözlerimi açtığımda, artık yine o salonda, o duvarların arasında, o parkenin üzerindeydim. Şaşkınlığım geçince, -bulunduğumuz yer bir müze olduğu için- görevlilere fotoğraf çekip çekemeyeceğimizi sordum. Onlar da aslında fotoğraf çekmenin yasak olduğunu ama benim çekebileceğimi söylediler. Neyse ki Müzede bizden başka kimse yoktu. Cunyır sevinçle bir kaç kare yuttu. Sonra bana baktı. Sanki beni ilk defa görüyormuş gibiydi. Aslında onun da benim kadar heyecanlandığını ve her bir detayı yutmak için çıldırdığını hissedebiliyordum ama O, böyle bir anıma ilk defa tanık oluyordu. Yaşadıklarım karşısında yuttuklarının ne kadar anlamsız kalacağını anlamış olmalı ki, objektifini kapatıp, beni dokumalarla baş başa bırakmaya karar verdi. Bu düşünceli ve zarif davranışı için buradan kendisine teşekkür etmek istiyorum. Bu yaptığını unutmayacağım dostum, bu gerçekten çok değerli…

Görevliler bu şaşkın halimden etkilenmiş olmalılar ki henüz tadilatı tam bitmediği için ziyaretçilere açılmamış olan üst katı da benim için açıp, orayı da gezebileceğimi söylediler. Orada da en az aşağıdaki kadar eser vardı. Ve bir kaç ışık hariç bir eksik de görünmüyordu. Ya da benim gözüm dokumalardan başka bir şey görmüyordu. Bu renkler ve desenlerde ne vardı da beni böyle bir anda içine çekivermişti? Renkleri her zaman çok sevmişimdir. Ancak burada renklerin, desenlerin ve zaman zaman sizi üçüncü boyuta taşıyan dokunun bir araya gelmesiyle ortaya büyülü bir şey çıkmıştı sanki. Çok güzel olduğu kadar, -nasıl anlatabilirim bilmiyorum- beni güvende ve huzurlu hissedebileceğim bir ortamın içine almıştı. Hani kendinizi yalnız ve bazen de çaresiz hissettiğiniz bir anda hiç tanımadığınız biri gelip size bütün içtenliği ile sarılır ve sizi anladığını hissedersiniz de onca zaman kendinizi kontrol altında tutmayı başardığınız halde o an kendinizi koyuverirsiniz ya. İşte onun gibi bir şey. Tam da burada, bir parantez açarak, Nilgün’ün -ne ilginçtir ki- tam da ben bu yazıyı yazarken gönderdiği bir sözü eklemek istiyorum. Ne kadar uyduğuna siz karar verin artık;

Yalnızlık, insanın çevresinde insan olmaması demek değildir. İnsan kendisinin önemsediği şeyleri başkalarına ulaştıramadığı ya da başkalarının olanaksız bulduğu bazı görüşlere sahip olduğu zaman kendisini yalnız hisseder.”

Carl Gustav Jung

Ben aşağı indikten sonra, görevli yanıma gelerek, beni atölyelerin gerçekleştiği, dokuma tezgahının olduğu odaya götürdü. Burası da ziyaretçilere kapalı bir bölümmüş. Bu gördüğüm özel ilginin, müzede benden başka kimsenin olmamasından kaynaklandığını düşünüyordum. Tezgahta bir kısmı dokunmuş bir parça vardı. Tezgahın üzerinde asılı duran ipliklerden iki parça alıp koluma bağladım. Görevli koşup bana bir torba dolusu rengarenk ip getirdi. Teşekkür edip daha fazla istemediğimi, bu iki parçayı da sembolik olarak aldığımı, onun eserlerinde kullandığı iplikten küçük bir parça dahi olsa üzerimde taşımanın beni mutlu edeceğini söyledim. Daha sonra müze defterine şunları yazdım; “Sevgili Maximo Laura, eğer ölürsem bir gün senden önce, senin ellerinde, senin tezgahında iplik olmak isterim.”

Müzede bir saate yakın kalmış olmalıyım. Artık müzeden çıkıp, hava kararmadan oteli bulsam, sonra duruma göre dolaşmaya devam etsem daha iyi olacak diye düşündüm. Müzeden çıkıp, İnka Krallığı’nın başkenti olan bu şehrin ara sokaklarına daldım. Biraz ilerledikten sonra elimdeki şehir haritasını açtım ki ne yöne doğru gideceğime bir bakayım… Ama o da ne !!?? Haritadaki sokak adları öyle küçük ki okuyamıyorum. Ya da hava kararmaya başladığı için okuyamıyorum. Ama sonuçta okuyamıyorum. Bu sefer gerçekten buzlu cam var gözlerimin önünde. Yakın gözlüğümde diğer sırt çantamda kaldı. O da trafikte bıraktığımız, bavulları taşıyan araçta. Elimde Cusco şehir haritası, o bana ben ona bakıyoruz. Yolda gözüme kestirdiğim birini çevirip, “evladım gözlüklerim bavulda kalmış ,oku bakiim şurada ne yazıyor” diye diye oteli buldum. Oteli bulduğum için içim rahat, hava iyice kararana kadar etrafındaki dükkanları, kafeleri dolaşmaya devam ettim. Bir sonraki bölümü “Machu Picchu”dan öncekini yani, Peru’nun renklerine ayıracağım. Ve neden benim bu ülkenin renklerinde kendimi kaybettiğimi anlayacaksınız :))

Otele döndüğümde, gruptan bir kaç kişiye rastladım. Onlar da Sacsayhuaman’dan dönmüşlerdi. Ama içlerinden bazıları yükseklikten etkilenmiş ve biraz sıkıntı yaşamıştı. Baş ağrısı ve mide bulantısı bu yükseklikte görülebilecek rahatsızlıklardandı. En çok da migreni olan Çiğdem etkilemişti bu yükseklikten. Neyse ki ara ara etkilense de toparlanması çok uzun sürmüyor (tabii bunu bir de ona sormak lazım :)) ) yine de gezinin tadını çıkartmayı beceriyordu. Çiğdem ve Eylem, bu gezide tanıdığım tatlı mı tatlı iki kız kardeş. Çiğdeeeeem!!! Ne iyi etmişsin de gelmişsin ve sen Eyleeeem !!! Ne iyi etmişsin de ablanı bu geziye getirmişsin. Bunu tüm kalbimle söylüyorum ve sizi kucaklıyorum.

Akşam yemeğinden sonra ertesi gün erkenden, Machu Picchu’u için yine yollara düşeceğimizden, Cusco’nun gecelerine akamadan :)) erkenden yattık. Yalnız şunu kesinlikle söylemeliyim ki bu gezinin hakkı 11 gün değil. Bir daha seçme şansım olsa böyle bir geziye üç haftadan az ayırmam. Zira bu 11 günün içinde yalnız Peru değil, Bolivya da var -ki ona da geleceğiz- onun için 11 gün gerçekten az. Ve Cusco’ya da en az 3 tam gün ayırırım. Galiba benim bu şehirde aklım kaldı. Aslında bu gezide çok yerde aklım kaldı. Bir daha olsa bir daha gelirim. Belki bu gezide Peru’nun görülmesi gereken, televizyonlarda, dergilerde gördüğümüz pek çok önemli, turistik yerlerini gördük görmesine de buradaki yaşamlara dokunamadık. Ben gittiğim yerlerdeki yaşamlara dokunmayı seviyorum ve de istiyorum. Ara sokaklarında dolaşmayı, kent pazarlarını gezmeyi, elimde şehir haritası gözümde yakın gözlüğüm, sanat galerini müzelerini bulup gezmeyi, meydanlarında oturup insanları izlemeyi mümkünse bir konser dinlemeyi -ki bu sokakta da olabilir, kilisede de- istiyorum. Bunun için de zaman gerekiyor işte. Yoksa bizimkisi “tik” atma gezisi oluyor. Peru’yu da gördük mü gördük.

Hadi artık ben uyuyayım. Yine çok yoğun ve yorucu bir gün oldu. Hem belki rüyamda yine giderim müzeye. 🙂 Yarın görüşmek dileğiyle… 🙂

“Oku bakiim şurada ne yazıyor” için 9 Yorum

  1. Nur Canoğlu Diyor ki:

    Maximo supermiş. İyi seçim.

  2. Emine Ömeroğlu Diyor ki:

    Maximo Laura ziyaretinden sonraki duygu halini hatırladım .Kalemine yüreğine sağlık.
    .

  3. Çiğdem Diyor ki:

    Preu Bolivya gezimizden senden sonra en çok etkilenen sanırım ben oldum:)
    Bu gezinin her anını kalbimde, beynimde ve de midemde yaşayan biri olarak şimdi diyorum ki iyi gitmişim, sizleri tanımışım. Yazın, kalemin ve de atıfların harika.. okurken her anımızı tekrar hatırladım.. Senin gibi özgür ve çılgın bir ruhla inşalla başka gezilerde yine buluşuruz. SEVGILER..

  4. ibrahim şepitci Diyor ki:

    Yazıya emoji koyma imkanım olsaydı, heyecanlı, mutlu, alkış vb. suratlarla doldururdum :))

  5. Eylem Diyor ki:

    Başak’cım eline sağlık. İnsanın kalbini güm güm attıran bir zaman ve şehir ancak bu kadar güzel anlatılabilir. Maximo Laura’ya gelince; gruptan ayrılarak koşarak gitmekte haklıymışsın.

  6. nazım gümüşsoy Diyor ki:

    Harikasın Başak. Gönlün istediklerinle dolsun. Ne güzel anlatmışsın. Teşekkürler…

  7. Ayfer Toğulga Diyor ki:

    Başakcım, öyle güzel anlatıyorsun ki neredeyse aynı heyecanı yaşıyorum, ben de gitmeliyim diyorum bu iyi tarafı. Gidemiyorum! Bu da kötü tarafı. Napcaz şimdi!???

  8. servet şengül Diyor ki:

    İnsan böyle sıradışı yerlerde yaşadıklarının ne kadarını anlatabilir ki? Yaşayan bilir değil mi?
    Çoğu gezilerinde, sadece gözlerinle değil zihninle de orada olduğunu hissettiriyorsun anlatırken.
    Müzedekiler orada eriyişini sezmiş olmalı ki, buharlaşmana engel olarak bize geri göndermişler.
    Paylaştığın için teşekkürler Başakçım.
    Sevgilerimle

  9. pınar doğan Diyor ki:

    Sen hiç yazmaktan vazgeçme:))

Yorum Yazın