Ne Görüyorsun Orada?
I. Bölüm
“Abla dışının isini pasını niye çekiyorsun bak içini pırıl pırıl yaptım onu niye çekmiyorsun?”. Kafamı kaldırıp baktığımda yüzü ve elleri is içinde kalmış orta yaşlı bir kalaycı, soran ve biraz da şaşkın gözlerle bana bakıyordu. “Bir süredir seni izliyorum, şiştim vallahi, ne görüyorsun orada?”
Etrafını kim bilir kaçıncı kez tavaf ettiğim koca bakır kazanın ilk defa içine baktım, gerçekten de pırıl pırıl parlıyordu. Kalaycı sonuna kadar haklıydı çünkü saatlerdir benim hiç ilgilenmediğim o görüntü için emek vermişti ve yine o görüntü için kazanın sahibi kim bilir kaç para ödemişti… benim ilgilendiğim kısım ise belki de bir kaç saat içinde yok olup gidecek, onun yerini esas emek ve parayı alan pırıltı kaplayacaktı. Sahi o pasın ve pisin içinde ben ne görüyordum? Peki ya siz, siz ne görüyorsunuz?
* * *
“Affedersiniz bir şey sorabilir miyim?” dedi Türkçesi bozuk delikanlı. Tabii buyurun… “Acaba bu serginin konusu ne, sanatçı ne anlatmak istemiş?”. Siz ne hissettiniz eserlere bakarken diye sorusuna soruyla cevap verdim. “Bir iki eserden etkilendim ama deminden beri sizi izliyorum ve heykellere bakarken o kadar çok eğleniyorsunuz ki ben neyi kaçırıyorum, anlamadığım ne diye merak ettim”. Aslında böyle düşünmekte haksız sayılmazdı çünkü sergi salonunda benden başka kimse yok diye düşündüğümden -delikanlı benden sonra salona girmiş olmalı, zira ben girdiğimde o yoktu- çok rahat hareket ediyor, Yutmi Cunyır ile zaman zaman yerlere oturuyor, eğilerek eserlere alttan ve farklı açılardan bakmaya çalışıyorduk. İran’lı olduğunu öğrendiğim delikanlıya serginin konusunu bilmediğimi, sergi salonuna girer girmez renklerin, ışığın ve onları yansıtan prizmaların büyüsüne kapıldığımı, bu arada sanatçının kim olduğuna bile henüz bakmadığımı söyledim. Renk ve ışığın beni her zaman heyecanlandırdığını, bununla birlikte her bir heykelin formu, içinde barındığı renkler ve bunların zemin, duvar ve bazılarının da ayna üzerindeki yansımalarının yarattığı görüntülerin de beni fazlaca meraklandırdığını anlattım. Heykellerin her açıdan farklı görüntüler ve yansımalar verdiğini, hatta tek bir düzlemde değil, 360 derece küresel biçimde her noktadan farklı bir görüntüsünün olmasının beni daha da heyecanlandırdığını söyledim. Hiç bir görüntüyü kaçırmamak için şekilden şekile giriyordum. Bu da dışarıdan çok eğlendiğim şeklinde algılanıyor olmalı ki delikanlı da böyle düşünmüştü. Kendisiyle aynı esere aynı noktadan bakarken dahi aramızdaki mesafe ve boy farkının değişik görüntüler görmemize neden olduğunu, bunun da beni çok etkilediğini anlattım.
Hayatta da bu böyle değil midir? Ne kadar yakınlaşsak da ne kadar aynı şeye bakıyor gibi görünsek de gördüklerimiz ve algıladıklarımız farklı değil midir? Hatta bizim gördüğümüzü görmemekle suçladığımız ne çok kişi oluyor yaşamda. Peki ya onların görüp de bizim göremediklerimiz? Peki ya gözümüzün dışında gördüklerimiz? Yani görünür olanın dışındaki boyutu görme halini söylüyorum… Bu serginin bana düşündürttüğü buydu. Işık ve renklerin değişik formlarda bir araya gelmesi ise işin kaymağıydı. Söylediklerimin hoşuna gittiği belliydi. “Hiç böyle düşünmemiştim, çok teşekkürler” dedi ve yanımdan ayrıldı. Bir süre daha salonda kalarak heykellere farklı açılardan yeniden baktığını gördüm. Ama salondan ayrılırken onun da benim de göremediğimiz daha yüzlerce belki de binlerce görüntü kalmıştı geride.
Meksikalı sanatçı Irene Zundel’in eserleri üzerinden gelişiyordu tüm bu diyaloglar. Sanatçı ne düşünmüştü bu çalışmaları sırasında, onu da Cermodern’in sayfasından aynen aktarıyorum sizlere “Bu eserlerde herşeyden önce gerçek ile gerçek olmayan arasındaki ince çizgiyi, sanatçının eserleri ile izleyici arasındaki etkili mekansal bağları ve aynı zamanda kendisinin soyutlama tutkusunu öne çıkarmaktadır.”
* * *
İzmir Aliağa gemi söküm tersanelerinin hurdalığında yine soyut detay fotoğrafları çektim ve uluslararası bir sitede yayınlanmak üzere gönderdim. Şimdiye kadar 800’ün üzerinde fotoğrafımı yayınlayan site direktöründen bir red yanıtı geldi. Yanıtta fotoğrafların illüstrasyon (resim-desen) olduğunu belirterek yeniden göndermemi istiyorlardı. Oysa gönderdiklerim yalnızca makro ölçekte çekilmiş fotoğraflardı, illüstrasyon değil. Bir balıkçı teknesini modifiye ediyorlardı ve sac teknenin dış yüzeyinde yaptıkları taşlama sonucu ortya çıkan boya katmanları ile deniz suyu ile okside olmuş metalden başka bir şey değildi bu görüntüler. Tekneyi bir kaç kere farklı renklerde boyadıkları için taşlanan bölgelerde tüm boya katmanları ortaya çıkmıştı ve bir kaç güne kalmadan bu yüzeylere macun çekilerek yeniden boyanacaktı. Yani altta gördüğünüz bu görüntüleri bir daha asla görmek mümkün olamayacaktı. Servet Abi’ye sordum bu görüntüleri teknik olarak nasıl tanımlayabilirim diye; ilk tepkisi “Başak ama bunlar gerçekten resim gibi” oldu. Sonra o güzel anlatımlarından biri ile devam etti; “Doğa, kendisinden alınıp insan eliyle başkalaştırılmış özünü, kendi kanunlarıyla bünyesine geri almaya çalışıyor. Bir evresinde sen bu halleri gözleyip bize gösteriyorsun.” Reddedilmiş bu fotoğrafları “bu fotoğraflar illüstrasyon değildir” notu ekleyerek yeniden göndereceğim bakalım ne olacak? 🙂
* * *
Ankara’daki hurdacılar sitesi senin, Kırıkkale’deki MKE’nün büyük hurdalığı benim, geziyorum. Aliağa’ya koşa koşa gittim merakımdan. Hepsi son aylarda oluşan hurdalık merakım yüzünden. …ve hepsinde de aynı meraklı bakışlar aynı sorular; “ne görüyorsun orada?”. Bir ritm görüyorum bazen, bazen bir grafik desen, bazen bir çicek, bazen birbirine kırgın iki yüz… Kiminde kan damlaları, kiminde can kırıkları… Küçükken bulutlara bakar da onları birşeylere benzetirdik ya -ki ben hala yaparım- biraz onun gibi bir oyun sanki… Bir kaç kare de bu hurdalıklardan görmek ister misiniz?
Tüm bunları yazma ihtiyacı duydum çünkü “ne görüyorsun orada?” Bu aralar bu soruyla çok karşılaşır oldum. Beni bilen bilir, yazmazsam keçilerim beni dürtüp, rahatımı kaçırıyor. Bir diğer konu da herkes bana “ne görüyorsun orada?” sorusunu sorarken keçilerim de “Niye görüyorsun ki bunları?” sorusunu soruyor. Neden yeni ve gıcır gıcır olan değil de kullanılıp bir kenara atılan, isli-paslı olan, çöpün içindeki çekiyor ilgimi? Bana -sanki gizli bir hazine gibi- bu kadar çekici gelen, beni saatlerce güneşin altında tutabilen şey ne? Aklıma gelen çok şey var da onları ancak düzgün bir biçimde yan yana getirebilirsem yazarım. Onun için birinci bölüm dedim. Aslında belki de birinci bölüm bundan önceki yazım, “Bakışın Islattıkları”dır. Her neyse, umarım devamını getirebilirim çünkü en çok ben merak ediyorum bu sorunun yanıtını :)))
Şimdilik hoşçakalın.
12 Eylül 2018 Çarşamba, 23:25 at 23:25
Başakcım, blog yazarı olmak böyle birşey olmalı, farklısın ve güzel şeyler yaratıyorsun, gördüklerini bizimle paylaşıp ufkumuza derinlik katıyorsun, çoklarını göremediklerini, parlatıp gösteriyorsun….
sen çok yaşa emi!
13 Eylül 2018 Perşembe, 07:12 at 07:12
sanatin ,ozelde fotografin ;Dunyaya bakarken olusan algilari ve bu algilarin baktigin yere gore ne kadar degisken olabilecegini anlatmakta ne kadar onemli ve etkili oldugunu vurgulayan aydinlatici bir yazi olmus.Renkli dunyanin isigi bol olsun Basak.Eline saglik. Sevgiler:)
13 Eylül 2018 Perşembe, 09:22 at 09:22
Selam Başak, fotoğrafla paylaştığın duygular ve görseller yine çok güzel…idolüm olduğunu her paylaşımda tescil ediyorsun :))
13 Eylül 2018 Perşembe, 09:29 at 09:29
özlemişim be başak cım ,
soluksuz okudum yine.. ve ana karamı özledim taaa izmir lerden… yazın ankara koktu bana. sen ankara koktun… özlemişim be başak cım …
emeğine kalemine objektifine sağlık..
sevgiler
13 Eylül 2018 Perşembe, 10:59 at 10:59
Ben o kazanda, orman ve gökyüzü görüyorum.
13 Eylül 2018 Perşembe, 16:15 at 16:15
Terk edilmiş, gönülden silinmiş, kimselerin dönüp bakmadığı nesnelerdeki güzellikleri bulup çıkarmak da senin marifetindir.
Türümüzün vefasızlığını, kadir kıymet bilmezliğini mi görmeliyiz bu karelerde diye düşündüm.
Çok güzel işler yapıyorsun.
Teşekkürler, sevgiler.
14 Eylül 2018 Cuma, 19:50 at 19:50
Micro cosmos ile makro cosmos fotolarının şaşırtıcı benzerliği:)
23 Ekim 2018 Salı, 21:56 at 21:56
Fevkaladenin fevkinde, şapşahane…