Küçük mor ay salyangozu
Bizi biz yapan nedir? Diye soruyor Aksu Bora “Kıymetli Şeyler” başlıklı yazısında ve devam ediyor;
“…
“Tanısan seversin”deki türden bir “asıl ben”imiz var mıdır? Bir insanı tanımak için neye bakmak gerekir? Onun “gerçek yüzü”nü ne olur da görürüz? İnsanın hakikati nerededir?
Giderek daha fazla, giderek daha güçlü biçimde, beni ben yapanın sevdiğim şeyler olduğuna inanıyorum. Belki sevmediklerimiz, karşı olduklarımız, düşmanlarımız ve onların yapıp ettikleri hakkında konuşmaktan, bu konuşmaları dinlemekten, bunları okumaktan bezdiğimdendir.
…”
Aksu Bora / Kıymetli şeyler
Gittikçe daha zorlanır oldum yazmakta. Eskiden olsa otobüsten indiğim gibi otururdum bilgisayarımın başına. E kolay değil, Maslow’un piramidinin ikinci basamağı çürük diş gibi sallanıp dururken, o diş ağrısına rağmen güle oynaya yazmak, çiçekten böcekten konuşmak… Ben de yazıma; Bekir Coşkun’un 23 Nisan yazısında dediği gibi;
Umutsuzluğu bir köşeye bırakarak…
Hüzünlerin üzerinden atlayarak…
Kahırların üzerine basarak…
Bin defa yıksalar bin defa onaracağız diyerek ve Aksu Bora’nın “Kıymetli Şeyler” yazısından aldığım destekle başlayacağım bu sefer... Sevdiğim şeyleri, benim için kıymetli olanları, güzellikleri yazmaya devam edeceğim, doğa ile sağaltmaya çalışacağım çirkinlikleri. Yukarıdaki kır çiçeklerini görüyor musunuz? Taşın betonun arasından nasıl da fırlamışlar bütün güzellikleriyle, işte onlar gibi olalım istiyorum. Üzerimize beton da dökseler, taş da döşeseler yaşama, iyiye ve güzele onlar gibi sahip çıkalım. Şimdi sizi bir adaya götüreceğim. Lale yok bu adada, kır çıcekleri var. Hadi gelin, biraz havamız değişsin.
* * *
Dirseği kırıp ameliyat olalı henüz iki ay bile olmadı. Son seans fizik tedavinin üzerine ilk yolculuğum olduğu için mi bilmiyorum on saat yol yordu bu sefer. Gece yolculuk yaptığım için uykusuzluk da cabası… Fethiye otogarında inip, Çalış’a geçtiğimde, Çalış köprüsünde, Ersin Abi’yi beni beklerken buldum. Birlikte plajdaki iskeleye gidip. Oradan motorla adaya geçtik. Hangi ada mı? Şövalye Adası. Plajla ada arası 1km imiş. Kıyıdan öyle yakın görünüyor ki, içimden; ben yüzerim bu mesafeyi diye geçirdim. Tabii önce suların ısınması sonra da kolumun iyice düzelmesi şartıyla :))
Onca zamandır Fethiye’ye dalışa gelirim, kaç kez tekneyle yanından geçmişiz meğer de ben bilmezmişim bu adayı.
Benim ne işim mi var bu adada? Misafirim. (Bu arada keçileri bir toplayabilirsem Derrida’nın “davetsiz misafir” konusuna takmış durumdayım, bir yazı da onunla ilgili yazmak istiyorum. Konu ile ilgili bilgisi ve düşüncesi olan yazarsa sevinirim) Ersin Abi bizim dalış ekibimizden. Fethiye’deki şövalye adasında bir otel işletmeye başlamış. Otelin adı adayla aynı… Beni davet etti. Nedenini kendisi de tam bilmiyormuş, içinden gelmiş, davet etmiş ( bu durumda davetsiz misafir olmuyorum değil mi? Belki de tam öyleyimdir. Derrida’ya sormak lazım. Derrida, “Misafirperverlik Üstüne” adlı kitabında; misafirperverlik, davetsiz misafirin karşılanmasıdır, diyor :)) Dedim ya taktım bu konuya ) belki buluruz belki de bulamayız bu buluşmanın sebebini kim bilir…
Beş on dakika içinde adaya varıyoruz. Benim odam çatı odası –çatı odalarını çok sevdiğimi söylemiştim, demek ki bu aklında kalmış Ersin Abi’nin-. Eğer çok uzun boylu değilseniz otelin en güzel odası olduğunu söyleyebilirim. Tabii benim beğenime göre. Hiçbir zaman yaşamak için çok geniş ve büyük mekanları sevmemişimdir. Odaya yerleştikten sonra Kemal Abi –Ersin Abi’nin abisi– bana hızlı bir ada turu yaptırarak nerede ne var gösteriyor. Kaybolmayayım diye. Kaybolan oluyormuş öyle söylüyor. Öyle bitkinim ki bu kısa ada turundan sonra kısa bir dinlenmeye çok ihtiyacım var. Bir iki saat kestirmek iyi geliyor.
Uyanır uyanmaz kendimi otelin arkasındaki plaja atıyorum. Mimoza ağaçları, gelincikler, papatyalar, sardunyalar, lavanta bile var… Yemyeşil bir fonun önünde rengarenk duruyorlar. Saatlerce hatta günlerce bakmaya doyamazsınız. Keşke herşey böyle doğal, saf ve güzel olsa.
Adanın bu zamanları en güzel zamanları olmalı diye düşünüyorum. Adayı gezmeye devam ederken lavantadan tutun da portakal ağacının nefis kokulu çiçeklerine, hanımelinden yasemine kadar koklamaya doyamayacağınız çiçekler. Limon ağaçları boy boy çeşit çeşit kaktüsler ve aleoveralar… Adını dahi bilmediğim küçük ama rengarenk kır çiçekleri… Hele o çiçekler bulduğu her taşın arasından fırlamış… Sanıyorum bu aylar bitki örtüsünün zenginliği açısından adanın en güzel zamanı.
Adada bir kedi bir de kopek var ama kaplumbağadan geçilmiyor. Ben size yavruları getirdim :)) Bir de hayatımda ilk defa gördüğü, adını Ankara’ya döndüğümde öğrendiğim çam kese kurdu… Benim gördüklerim yollarını şaşırmış konvoy halinde denize gidiyorlardı. Çok acaip hayvanlardı. Sanırım yavruydular ve her biri 1,5cm uzunluğundaydılar. Dip dibe hareket ediyorlardı. Sanırım olduklarından daha büyük görünmek ve güvende olmak istiyorlardı. Bir öncü vardı ve ekipten biri sıradan çıkacak ya da konvoydan kopacak olursa durup her birlikte bekliyorlardı.
Adanın bir kaç tane küçük, kumluk sahili var. Ben otelin hemen arkasındaki sahildeyim. Sahile indiğimde gözlerim beni terk edip, kumların arasına dalar. Küçük taşların, deniz kabuklarının içinde gezinir. En bayıldığı ise yuvarlak veya eliptik yassı ve pürüzsüz taşlardır. Gözlerim bedenimden ayrılıp kumlara yapışır, ayaklarımı ayartır ve kontrolümü ele geçirirler. Ve işte yine aynı şey oldu. Aklım gelincikler ve mimozalarda gözlerim kumların deniz kabuklarının arasında. Fakat o da ne. Mor bir deniz kabuklusu. İlk defa görüyorum. Yutmicunyır bir hamle ile beni kumların üzerine deviriyor. Dur kolum filan diyorum dinleyen yok. Gözlerim ve Yutmicunyır mor deniz kabuklusunu yeterince sömürdükten sonra ellerim ona dokunmak istiyor. Öyle incecik bir kabuk ki, tutarken bir zarar gelecek diye ödüm kopuyor. Kumsala vurmuş, dikenleri düşmüş, içi boşalmış minicik bir deniz kestanesi, yine minicik bir deniz kabuğu ile onlardan az büyük bir istiridye kabuğunu elime alıyorum. Daha fazla oyalanmadan onları daha korunaklı bir yere otele götürüyorum. Bunlar bana adaya hoşgeldin hediyeleri 🙂 Tahmin edebileceğiniz gibi Yutmicunyır, günün geri kalan zamanını onlarla geçiriyor.
Mor ay salyangozunu daha sonra araştırdığımda şu bilgileri buluyorum: Bu hayvanlar doğa ile ahenk içerisinde yaşayan ve bulundukları ortamla uyumlu renklere sahip diğer türlerinden çok daha farklıdır. Farklı renklere sahip bu canlıların düşmanlarından saklanmaları söz konusu bile değildir. Ben bu mor ay salyangozuna mı benziyorum ne? :))
Gelelim adadaki yapılaşmaya. Adada seksen tane bina varmış. Bunların ikisi otel, ikisi apart, diğerleri ise konut. Ersin Abi bana adanın eski dönemlerini anlatan bir resmini gösterdi.
Bu adada en son Rodos şövalyeleri yaşamış. Kalıntılara bakıldığında farklı birkaç uygarlığın izleri var. Son gelen diğerinin üzerine inşa olmuş. Ve bu gün o tarihin üzerinde yeni bir yapılaşma, bizim yapılarımız var. Fakat işin komik tarafı adada hala bazı alanlara bina yapmak isterseniz belediye size “Yassah gardeşim. Buraları sit alanı” diyormuş. Buna çok güldüm. Çünkü ada zaten tamamı itibarıyla tarihi eser. Hatta Fethiye tarihinde yaşadığı büyük depremler sonucu, buradaki eski yapıların bir kısmı da denizin içine kaymış. Fotoğraflarda da göreceksiniz, kıyıda, suyun içinde sütun kaidelerine ve sütun başlarına, yapı duvarlarına rastlamak mümkün. Yani ya adanın tamamına inşaat yasağı getirilip arkeolojik kazı alanı ilan edilmeliydi ya da en azından kale veya adaya giriş kapısı gibi büyük bir kısmı toprak üzerinde kalan bölümler korunmalı hatta restore edilmeli, diğer kısımlara da adaya bir önceki dokulara uyumlu bir imar planı hazırlanmalıydı. Anlaşılan burada da “atı alan üsküdarı çoktaaaan geçmiş”. Hem de öyle bir geçmişler ki… Zenginlik yarışını, lüks villaları ile bu adaya taşımaktan geri kalmamışlar. Kalan iki avuç arazide de tarihi eser var deyip imar yasağı getirilmiş -şimdilik-. O tarihi eser dedikleri temel kazıları sırasında çıkmış, inşaat durdurulduğu için üzerini bitiki örtüsü kaplamış. Oysa Kemal Abi’nin söylediğine göre bizler tarafından adaya ilk binalar yaklaşık 50 yıl önce yapılmış son derece mütevazi şirin ve en fazla iki katlı… Bahçe içinde ve doğaya saygılı. Daha sonra ise arsasındaki son cm’ye kadar kullanmış arazinin eğimini de es geçmeden 4 kata kadar çıkan kaba müstakil binalar yapılmış. Neyse ki adanın içinde dolaşırken hissedilen, denizden görülen kadar rahatsız edici değil. Bir nebze de olsa daha iyi. Ama denizden bakıldığında en ufak bir harmoni yok. Bu tabii yalnız bu adaya özgü değil, Türkiye’deki şehirleşmenin, özellikle sahil bölgelerindeki yapılanmanın genel sorunu. Tabii bu da bir görgü bilgi meselesi… Alttaki son fotoğrafta yan yana yer alan iki bina, bunun tipik göstergesi. Beyaz binanın yanında daha doğaya saygılı bir taş bina var. Gördünüz mü?
Anlayacağınızı ilginç bir ada Şövalye adası. Kafa dinlemek için sakin ve huzurlu bir yer. Şövalye Otel’in sahipleri olan Ersin ve Kemal Abiler de hem işlerinde çok titiz ve özenliler hem de çok misafirperver insanlar. İkisine de bu güzel ev sahipliklerinden dolayı teşekkür ederim.
25 Nisan 2017 Salı, 09:55 at 09:55
Geçmiş olsuun.
Sayende bir güzel yer daha tanıdık sağol.
25 Nisan 2017 Salı, 10:15 at 10:15
Öncelikle geçmiş olsun Başak hocam. Dirseğinin kırıldığını ve ameliyat olduğunu bilmiyordum.
İkinci öncelikle ise; eline, emeğine ve yüreğine sağlık. Fethiye’ye geleceği/geldiğini de bilmiyordum.
Ben de Fethiye’de yaşıyorum ve bir çayımı içeydin iyiydi ?
O güzel yazının üzerine söylenecek söz yok. Gerek Kemal ağabey gerekse de Ersin hocam sevgulerini katmışlar bu otele. Benim bir sözüm var bu itel ile ilgili.
“Fethiye’de deniz manzaralı bir çok otelde kalabilirsiniz ama hem deniz hem de Fethiye manzaralı bir otelde kalmanın ayrıcalığını ancak Şövalye Otelde yaşarsınız”
Sağlıkla kal.
25 Nisan 2017 Salı, 10:29 at 10:29
Başak çok geçmiş olsun.. Hayrola nasıl oldu.. Yazın her zamanki gibi çok güzel.. Fırsat yaratıp görüşelim.. Sana kendi yaptığım şaraptan ikram etmek isterim.. Kolay gelsin..
25 Nisan 2017 Salı, 10:43 at 10:43
Başak ,dirseğimi kıran bir insan olarak ..çok yüzmen ve fizyoterapi yapman gerekir .
Bence doğru yeri bulmuşsun ,
Büyük ihtimalle o bölgedeki şövalyeler ” hospitalier ordre ” yani tedavi yapan ,ağırlayan cinsten .
,hayat boyu Ada’ları ve şövalyeleri sevdim ..
Haçlıların kötü yanları çok ama gizemleri ve yaşamları hep ilgimi çekti .
Sana sağlık ,huzur ve gizem dolu günler diliyorum .
Sevgiler
25 Nisan 2017 Salı, 11:11 at 11:11
Ege’nin, Akdeniz’in en güzel zamanı. On beş gün sonra bu cümbüş sönmeye başlar.
Biz de leylaklarla teselli buluruz bozkırda çaresiz.
Fotoğraflar çok güzel; baharı kokularıyla olmasa da renkleriyle getirdiğin için teşekkür ederim.
Sevgiyle
25 Nisan 2017 Salı, 11:32 at 11:32
Eline sağlık Başak 🙂
Fotoğraflarla çalışma ortamından koptuk Şövalye adasına gittik ,döndük 🙂
Sağlığına en kısa zamanda kavuşmanı diliyorum ,
sevgilerle
25 Nisan 2017 Salı, 13:31 at 13:31
Hem mor hem salyangoz, çok sevdim ben onu:-) Teşekkür ederim
25 Nisan 2017 Salı, 14:40 at 14:40
Başak çok güzel anlatıp resimlemişsin. Pek özendim orada olmak istedim. Vakıf oraya bir gezi düzenlese ne iyi olur. Bu kermestede bulunamayacağım maalesef. Sana kolaylıklar ve bol satışlar dileyerek yanaklarndan öperim.
25 Nisan 2017 Salı, 17:53 at 17:53
Tamam. İstikamet orası olacak.
26 Nisan 2017 Çarşamba, 22:48 at 22:48
Çok geçmiş olsun Başak. Haberim olmamıştı. Güzel yazın için ise teşekkürler.
27 Nisan 2017 Perşembe, 14:14 at 14:14
Hello Başak, as I can understand from the article you enjoyed yourself in Kaş… :).
The photographs that you’ve taken are amazing.
My best regards,
PS: See you after I return from Berlin… 🙂
27 Nisan 2017 Perşembe, 16:03 at 16:03
Bayıldım:)) Doğa ne muhteşem, deniz kabuğunun mor renklisini ilk defa gördüm sayende:)) Gitmiş gibi hissetmek bu olsa gerek:)) Çok teşekkürler:))
28 Nisan 2017 Cuma, 14:05 at 14:05
Başakcım ne güzel fotoğraflar çekmişsin. Çiçekler, kaplumbağalar hele de o mor salyangoz. Ne hoş bir yermiş. Eline gözüne,ayağına sağlık; tabii bir de dirseğine…
29 Nisan 2017 Cumartesi, 09:25 at 09:25
Sanki gittim ve yaşadım, nefes aldım. ;))))
Geçmiş olsun. Çabuk geçip gitsin.
Esenlikler dilerim.