Hadi biraz da dağ havası alalım…
Kamp alanına vardığımızda ilk defa ikiye bölündüğümü hissettim. Ruhum Ankara’da, bedenim Aladağlar’ın eteklerindeydi. Bu his, dağlarda geçirdiğim iki gün boyunca sürdü. Ancak şunu söylemeliyim ki doğa, sahip olduğumuz en değerli hazine. Doğanın insanın ruhunu yıkayıp temizleyen, insan sevgisini büyüten bir özelliği olduğunu, doğadan uzak yaşamanın, insandan uzaklaşmayı getirdiğini düşünüyorum. Bugün bu uzaklaşmanın bedellerini, doğal felaketlerle, insan katliamlarıyla ödüyoruz. Bana ne çok geziyorsun diye takılıyorlar. Aslında o gördüklerinizin çoğu hafta sonu ve çoğu günübirlik katıldığım geziler. Günümü şehirde, AVM’lerde geçirmek yerine, ya denize ya dağlara, yayalara, ovalara gidiyorum.
Üç hafta önce gittiğimiz Aladağlar gezisini yeni kaleme alabiliyorum. İlk defa cümle kurmak ve odaklanmak konusunda sıkıntı yaşıyorum. Ama bu yazıyı yazmam gerektiğini düşünüyorum. Herşeye rağmen böylesi güzellikleri de paylaşmaya devam etmem gerektiğini düşünüyorum. Bunu geçen akşam küçük bir arkadaşımın davetlisi olarak gittiğim bir dans gösterisinde daha iyi anladım.
Üç haftadır gördüğüm, duyduğum tek şey, Gezi gündemindeki görüntüler; caddelerce insanlar, biber gazından kaçan kitleler, üzerine su sıkılan, coplanan, kendi polisinden şiddet gören topluluklar. İçim yanıyor bu can kayıplarına, binlerce yaralıya ve gözaltına alınan insanlara… Benim için bu görüntülerin tek ve en güzel tarafı uyanışı yaşıyor olmamız… Davetli olduğum gösteride, sahnede, beyazlar içinde onlarca çocuğu, masmavi gökyüzünde uçuşan kuşların fonu önünde, “Ballare” müziği eşliğinde dans ederken gördüğümde bir duygu boşalması yaşadım. Ve bir kaç saatlik de olsa bu uzaklaşmaya ne kadar ihtiyacım olduğunu anladım. İşte bunun için böyle bir gündemin içinden bir süreliğine de olsa size Aladağları, doğanın ve sanatın güzelliklerini getirmek istedim. Gösteride dinlediğim bu parçayı ilk defa Cirque du Soleil’de dinlemiş ve büyülenmiştim. Sizinle de paylaşayım istedim.
* * *
Emli vadisindeki kamp alanında kurulmuş çadırlar bizi bekliyordu. Büyükçe bir yörük çadırı içinde çaylarımızı içtikten sonra çadırlarımıza eşyalarımızı bıraktık. Eşyalarımızı bıraktıktan sonra da kısa bir keşif yürüyüşüne çıktık. Kısa dediğim 2-3 saat. Çıktığımız her küçük tepecik bize farklı bir tablo hediye ediyordu. Bu geziye gelirken Yutmi’nin de benim de en çok istediğimiz bulutların da bizimle olmasıydı ve dileğimiz gerçekleşmişti. Gökyüzündeki bulutlar, maviliğin içinde oynaşan çocuk kümeleri gibiydiler. Küçükken hep bulutlara bakıp, onlardan şekiller, yüzler çıkartmayı çok severdim. Bulutların ayrı bir büyüsü ve gücü olduğuna hala inanırım. Hele ki fırtına öncesi bulutları… Ama en çok sevdiklerim pamuk şekeri gibi olanları. Buludlar pambıq gibi buludlar…
Kampa döndüğümüzde hava kararmak üzereydi ve çok geç olmadan dinlenmeye çekilmeliydik. Zira ertesi sabah sabah 3’de Lahitkaya zirve yürüyüşümüz başlayacaktı. Saat 21:30’da çadırıma çekilmeme rağmen hiç uyuyamadım. Saat on bire kadar ailemi, arkadaşlarımı aradım. Ankara mahşer yeri ! UYUMAK NE MÜMKÜN!
Saat 3’de bir iki lokma birşeyler atıştırıp -bu arada Montis’e hakkını vermek lazım açık büfeleri aratmayacak bir kahvaltı sofrası hazırlamışlar- yolluklarımızı, kazma, krampon ve kasklarımızı da alarak bizi dağın eteklerine götürecek olan traktöre bindik. Sabahın karanlığında, gökyüzünde aydede ve yıldızlar eşliğinde 45 dk.’lık bir yolculuktan sonra, ormanın içinde bir yerde traktörden indik. Orman içinde yürümeye koyulduk. Gün ağarmaya başladığında açık araziye varmıştık. Lahitkaya’ya çıkışımızın güney-doğu yamacından olduğunu söylemişti Gökhan. En kolay çıkış bu taraftanmış. Zaten kuzey tarafı bildiğiniz duvar. Açık arazide tek başına çadır kurmuş bir dağcı ile karşılaştık. Tek başına dağlarda bir adam… Düzlüğü geçtikten sonra açı giderek yükselmeye başlamıştı. Yukarılara çıktıkça rüzgar etkisini hissettiriyor ve bitki örtüsü yerini taşa çakıla bırakıyordu. Dağcılar bu taşlık araziye çarşak diyorlardı ve artık kasklarımızı takmamız gerektiği uyarısını yaptılar. Kask hayatıma 3 sefer girdi, şantiyede, dağda ve gezi olaylarıyla beraber sokaklarda…
Tırmandıkça eğim dikleşiyor, arazideki sarp kayalar çoğalıyordu. Beş saattir yürüyorduk ve artık karlık bir bölgeye gelmiştik. Yürüyüş değil ama uykusuzluk beni fena vurmuştu. Saat başı en fazla beşer dakikalık duruşlar yapıyorduk. Daha fazla duramazdık çünkü terliydik ve hava soğuktu. Ben gördüğüm her kaya kovuğunda Gökhan’a ben burada biraz uyusam da dönüşte beni alsanız demeye başladım. Öyle uykum gelmişti ki. Ama uyursam donarmışım. Aslında o kadar vahim değildi, karlık bölge buz değildi – neyse ki değildi böylece krampon kullanmamız gerekmedi- ancak rüzgar çok sertti. Hava bulutlanmıştı ama o sevimli çocuk kümeleri, yerini tomalara, akreplere, çevik kuvvetlere bırakmıştı sanki. Yani uzun süre durulduğunda hiporetmi kaçınılmazdı. Zirveye, 3150mt’ye varmaya iki saat kalmıştı. Biz Sıyırmalık tarafından gelmiştik. Yandaki fotoğrafta bizim güzergah daha iyi görülüyor. Zirveye 50mt kala hava açmış, tomalar, akrepler ve çevik kuvvet dağılmış, güneş içimizi ısıtmış, çocuklar yine gökyüzünde kümelenmişti. Mola verdiğimiz yerde Gökhan eğer istersem burada kalabileceğimi, dönüşte beni alabileceklerini ama zirveye 30-40mt kaldığını ve bu kadar gelmişken zirveyi de görmem gerektiğini söyledi. Önce kabul ettim. Ama 6-7mt’lik bir karlı geçişten sonra daha dik bir tırmanış olduğunu görünce vazgeçtim. “Artık bana buraya merdiven döşeseniz ben daha fazla çıkamam, kalıyorum” dedim. Gerçekten yorgun olmamın yanı sıra, orada uykusuzluğumun getirebileceği bir dikkatsizlik yüzünden meydana gelebilecek bir kaza, tüm ekibi zor durumda bırakabilirdi. Hiçbir zaman hırslarım olmadı. Burada da öyle. 3100 küsür mt bile benim gibi daha önce böyle bir tecrübesi olmamış biri için yeterince güzel bir deneyim. Hava güneşli ve güzel, bulunduğum yer rahattı. Gökhan tek başıma korkup korkmayacağımı sordu. Kaç saat sonra dönersiniz dedim. 2 dedi. Korkmam o zaman dedim. Kaskımı başımdan çıkartmamamı tembihleyip tırmanışa devam ettiler. Kaldığım yer 6mt2 kadar bir düzlüktü. Ama yer taşlıktı. Büyük bir kaç parça taşı yerinden söküp, az bir topraklık kısmı yumuşatıp kendime yatacak yer hazırladım. Batonları (yürüyüş bastonu) kayaların arasına saplayıp arkamdaki duvarda bulunan bir iki çıkıntı kayadan da yararlanarak pançondan yüzümü güneşten koruyacak bir gölgelik yaptım. Karnım acıkmıştı ama sandviçin kokusunu alan hayvanat olur da tadına bakmak isterse diye yemek işini sonraya bıraktım. Başımda kaskım olmasına rağmen o taşların üzerinde uyuyakaldım.
Kaç dakika uyuduğumu bilmiyorum. Ama en az bir sarım saat uyumuşumdur diye düşünüyorum. Pançonun ve batonların üzerime düşmesiyle uyandım. Rüzgar başlamıştı. T-shirtle uyuduğum için üşüdüm. Önce polarımı, sonra pançomu, en sonunda pançomun üzerine montumu gidim. Hava yine sertleşmişti. Yutmi mi? Eh haklısınız tabi. Yutmi gık demeden ben ne zaman izin verirsem o zaman yutmaya devam ediyordu. Ama şaşkınlığı suskunluğundan belli oluyordu. Bir dediğimi iki etmedi ve hiç bir şey için tutturmadı. Ekip gittiğinde saatin kaç olduğuna bakmayı akıl etmemiştim. Ama zirveye 7 saatte çıkılacağını, beni bıraktıklarında da 1 saatlik bir tırmanış kaldığını biliyorum. Yaklaşık bir hesap yaptım, saatime bakmak için cep telefonumu açtım ama telefon kitledi. Bu biraz canımı sıktı. Telefon zaten dağda çekmiyordu ama kamp alanında, belli bölgelerde çekiyordu. Ne kadar bekledim bilmiyorum ama ekibin sesini duyduğumda sevindim. Zira hava oldukça sertleşmişti ve daha fazla hareketsiz durmak istemiyordum. Üşümüştüm.
Biraz da olsa uyumak bana oldukça iyi gelmişti. Çıkmaktan çok inmekten korktuğum dağdan keçiler gibi zıplayarak inmeye başladım. İnerken daha geniş bir karlık bölgeyi tercih ettik bu ayaklarımız için çok iyi oldu. Ne de olsa yumuşak zeminde yürüyorduk. Ormanlık alana varığımızda saat 4’e geliyordu. Neredeyse 12 saat süren bir yürüyüş-tırmanış olmuştu. Benim için 10 saat 🙂 Böyle bir tecrübeyi yaşattığı ve sağsalim bizi götürüp getirdiği için öncelikle MONTİS’e, bana orada moral ve destek veren tüm arkadaşlara da ayrıca teşekkür ederim. Dönüş yolunda şimdiye kadar hiç görmediğim çiçekler gördüm. Hem de o sarp kayaların, çarşak dedikleri çakılların arasından çıkmışları. O çiçeklerde umudu gördüm…
Tekrar traktöre doluşup kamp alanına dönüşe geçtiğimizde içimde edindiğim tecrübenin heyecanı, aklımda Ankara vardı…
21 Haziran 2013 Cuma, 15:01 at 15:01
Ellerine sağlık Başak….
21 Haziran 2013 Cuma, 15:15 at 15:15
Keyifle okudum; güzellikler her zaman paylaşılmalı…sevgiler Başakçım 🙂
21 Haziran 2013 Cuma, 15:25 at 15:25
başak görmesinler resimleri AVM yaparlar oralara..
21 Haziran 2013 Cuma, 15:36 at 15:36
Yazıyı yarım okudum, sonunu getiremedim… Belki de kıskandığımdan… ;-))) Fotoğraflar kısa bir süre için de olsa beni sevgilimle buluşturduğu için çok mutlu oldum… Çok güzellerdi…
21 Haziran 2013 Cuma, 16:08 at 16:08
Başakçığım yine kıskançlıktan dilim tutuldu 🙂 Valla dökmüşsün. Fotolara özellikle mağaradan çekilmiş montaj etkili olanına ve pammmık gibi bulutlara foto-müzik…
Şahanesin…
21 Haziran 2013 Cuma, 17:06 at 17:06
Başak Hanım merhaba,
Yine çok keyifli bir yazı ve güzel resimler, işten bunaldığım arada çok iyi geldi. elinize sağlık.
21 Haziran 2013 Cuma, 17:27 at 17:27
Çiçekler, doğa bir harika, sevgiyle doldum, videoları unutmayalım:-) Teşekkürler…
22 Haziran 2013 Cumartesi, 00:01 at 00:01
fotoğraflar çok güzel, özellikle çiçekler. Biraz dağ havası iyi geldi. Sağ ol Başakcım.
22 Haziran 2013 Cumartesi, 00:40 at 00:40
Şimdi, bu gece, eve döndüm ve okudum. Ne de olsa konu mankenliğim var, gözlüğe yansıyan manzarayı da merak etmiştim. 🙂
Çok haklısın, doğadan uzak olan insandan da sevgiden de yoksun oluyor. Mesela her gördükleri dereye HES yapma kararı verenler, zamanlarının birazını isteyerek ve hissederek doğada geçirmiş olsaydılar, bu inatlarında devam etmezlerdi.
Eline sağlık, hem güzel çekimler hem de güzel bir yazı olmuş. Yine ve yeni dağlarda-doğada beraber olmayı isterim.
25 Haziran 2013 Salı, 09:40 at 09:40
Başak’cım, bu yazını merakla bekliyordum. Keyifle okudum fotoğraflarını cok begendim. Deneyimlerin ve paylaşımların için teşekkürler.
25 Haziran 2013 Salı, 12:45 at 12:45
Başak, ellerine yüreğine sağlık. Kendi adıma ve MONTİS adına ben teşekkür ederim. Sevgiler. Dağlarla Kalın!
28 Haziran 2013 Cuma, 23:21 at 23:21
Başak’cım yeniden yaşadım Lahitkayayı ,kalemibe sağlık….