“Mİ”li günler (2)
Korkuyorum. Korkuyorum. Korkuyorum.
Mutluluğumda ya da mutsuzluğumda hep yaptığım gibi telefona sarılıp yakın arkadaşlarıma, anneme ya da Serdar’a, karşı karşıya kaldığım durumu anlatmak istiyorum. Sonra vazgeçiyorum ve ilk biberonla besleme deneyimi için öngörülen ölçeklerde anne sütünü hazırlıyorum. Eldivenlerimi takıyorum, yavrulardan birini avucuma alıyorum. Minik biberondan minik ağza akan sütün emildiğini hissedince seviniyorum. Dört Mİ, biberonun üçte ikisini emiyor. Bu müthiş bir şey. Sütlerini yutturabilmek için çabalamaktansa, onların kendiliğinden emmeleri gerçekten müthiş. Emme işi bitince sıra çiş yap/tır/ma faslına geliyor. Pamuk parçaları ile karınlarını okşayınca şiçlerini yapıyorlar. Kedi çişi ile ıslanan bir pamuk görüp sevineceğimi baş kahinler söyleseler inanmazdım.
Anne kediler, yavrularını emzirdikleri sürece onların doğal dışkılama ve temizlik işlerini dilleri ile yaparlar. Bu aylar sürer. Ne zaman ki yavrular sütten kesilir, anne alt bezi değiştirmez fakat emzirmeye devam edebilir. Kedi dilini hayatımda hep varolmuş kedilerden az çok öğrendim. Ancak dilimle hiç kedi yalamadım.
Çişli pamuk parçaları beni sevindiriyor. Gene de korkuyorum. Oturup neden korktuğumu kendi kendime sorgulamak istiyorum.
Çok öğrendik, çok okuduk, çok biliyoruz ya. Baş edilmeyecek problem, üstesinden gelinmeyecek hastalık yoktur. Üstelik bunların zihinsel nedenleri vardır. Asıl da onlara bakmak gerektir. Bilinç altı şöyledir, bilinç üstü böyledir, ego şu haltı yer, zihin hep bana der…Geç bunları! Kor-ku-yo-rum. Kutu içinde dört can var. Bunları yaşatır mıyım? Yaşatamaz mıyım? Korkuyorum. Burnuma dayanan, kokusunu nefesime veren gerçek bu.
“Mİ”ler ısıtmalı battaniye nedeni ile kutunun dört bir yanında keyiflerince yatarlarken, şarabımı alıp, bir savaş yorgunu gibi, terasta uzun soluklu bir sigara içiyorum. Günü ikinci sigarası. İyi geliyor. Hava buz. Üşüyüp içeri kaçıyorum.
Şarap aklımı çalıştırıyor. Korkunun felsefe yanı : Kierkegaard. Ne diyordu?” İstek, olabiliri zorunluluğa getirmek yerine. Onu dönüş yolunu kaybedinceye kadar izler. Olabilirin içinde kaybolmanın çocuğun mırıldanmalarına benzediğini varsayın, bu durumda olabilirden yoksun kalmak, dilsiz olmaktır.” Bu Kierkegaard denen adam birden canımı sıktı. Gidip Eckhart Tolle’ye sarılmak istedim. O da “Geçmişle itişme, gelecekle dövüşme” falan der durur. Ulan Echhart! Korkuyorum be! Bu kediler ne olacak? Korkuyorum. Sinir oluyorum. Hah! Tamam. Has adamım Stefano D’Anna. O da bana dönüp “Bir şeyi mükemmelen yap. O zaman mükemmelliğe kavuşursun” dedikten sonra telefona sarılıyorum:
“Anne! Dört kedi yavrusu buldum. Gözleri kulakları kapalı. Biberonla beslemeye çalışıyorum. Nasıl olacak bilmiyorum. Korkuyorum.”
“Korkma.Al bebeleri benim evime git. O ev sahibin olacak kadın sana rahat vermez. Ben gelene kadar yavrular ele gelir. Sonrasına bakarız. Hadi kızım korkma. Zor iş ama korkma”
Sayın Kierkegaard, Tolle ve D’Anna, kıçınıza kınalar yakın. Sizleri raflarınıza kaldırıyorum ve kedileri alıp anamın evine gidiyorum.
(devam edecek)
Zaika