Bir Kum Kolleksiyoncusu: ITALO CALVINO
Zeynep Sönmez
BİR KUM KOLEKSİYONCUSU : ITALO CALVINO
Italo Calvino 1985 yılında beyin kanamasından öldüğünde, Amerika Dersleri adlı konferans metinleri saydam dosyalara yerleştirilmiş, topluca mukavva kapaklı başka bir dosyanın içinde hazır halde bekliyordu. “Gelecek Bin Yıl İçin Altı Öneri”nin sadece beşi oradaydı; “Tutarlılık” dışında.
Calvino, “akıl yürütmede simetriye olan tutkusundan” bahsederken, bunun, insanın kendi düşüncelerinin sarmalına takılıp kalmasını önleyen en iyi yol olduğunu söyler. Özellikle düşünce yazılarında hemen ilk göze çarpan unsur budur. Konu edindiği hiçbir değerin karşıtını yadsıma eğilimi göstermez; bir şeyi karşıtıyla ele alarak bütünsellik yaratmayı, kesinliğe yaklaşmayı hedefler. “Başlangıçta da belirttiğim gibi, konferanslarımın konusu olarak seçtiğim hiçbir değer, karşıt değeri dışlamak amacını taşımıyor: Hafifliğe övgümde ağırlığa duyduğum saygı varlığını duyurduğu gibi, bu hızlılık savunusunun da yavaşlığın zevklerini yadsımak gibi bir iddiası yok. Edebiyat, zamanın akışını geciktirmek için çeşitli teknikler geliştirmiştir.”(1) Bu inancını, derin okuma kültürüne; olaylara ve nesnelere belli mesafede kalan muhalif kişiliğine yansıyan “denge” anlayışına boçludur. Bütün yapıtlarında izleğini rahatça bulabileceğimiz bu nitelik, onu neredeyse bir “denge kuramcısı” yapar. Bir şeyin karşıtıyla ilişkisi, o şeyi dışlayıcı, yabancılaştırıcı etkisinden bağımsız olarak, Calvino’da, bütünselliğin dairesel hareketle meydana getirilişi, tamamlanışıdır. Ele aldığı konuya karşıdan bakmak, üslubunun biricikliğini oluşturan unsurları da ele verir. Bunlar arasında sayabileceklerimizin başında, denge -şeylere hak ettikleri değeri verme anlayışından, hatta onlarla empati kurma amacından da kaynaklanan adalet- arayışının yanında, “uzaklık” da gelir. Her fırsatta, düşünmek için belli bir mesafeye ihtiyaç duyduğunu belirten Calvino, Kyoto bahçelerini gezerken, kalabalıktan uzaklaşır.
Çocukluğu San Remo’da geçer. Babasının bitkilere olan büyük tutkusunu, San Giovanni’deki tarlada tarıma olan düşkünlüğünü, avcılığa merakını gözlemlediği ve bu sayede, ondan ne kadar farklı olduğunu keşfettiği yıllardır “taşra hayatı”. Babasıyla ilişkisi, açık yüreklilikle ortaya koyduğu bir kopukluğun ve zamanla duyumsadığını belirttiği pişmanlığın üzerine kuruludur. Ona duyduğu büyük sevgiye ve anlayışa karşın, babasının “bu ideal San Giovanni uygarlığının oğullarıyla birlikte kurulamayacak, bu yüzden de geleceksiz olmasının verdiği acıyı” yaşadığını bilerek, bu beklentiyi karşılayamayacak olmanın ağırlığını taşır. Ondaki uzaklık imgesinin izdüşümlerine, şu satırlarda rastlıyoruz: “Babamla aramızdaki uçurum bu kadar derin olmasaydı, her şey farklı olabilir miydi?.. Görüyorsunuz, nasıl ayrılıyordu yollarımız, babamınki ve benimki. Ama ben de çok farklı değildim: Aradığım yol, tıpkı onunki gibi, bir başka yabancılığın, insan üstdünyasının (ya da cehenneminin) derinliklerinden kazıp açığa çıkardığım yol değilse neydi?”(2)
Sinemanın, gençlik yıllarında, uzaklaşmak için bulduğu en iyi yol olduğunu söyler. Evdeki katı kurallardan ve “baskı”dan kaçışın da “en hızlı ve en uzak” yoludur sinema, edebiyatla birlikte. Uzun yıllar, her gün, hatta bazen günde iki kere gittiği sinemadan kopuşu konusunda, “hiçbir zaman seyirci olmanın getirdiği ayrıcalıkları bırakıp, sinema yapanlar saflarına katılma hevesine kapılmadığını” söyler. Ancak bunun sebebi, kendi içsel nedenleri olduğu kadar, faşist iktidarın, Amerikan filmlerine, pazarda İtalyan filmlerini korumak için koyduğu ambargodur. “Doymak bilmez sinema koleksiyonculuğu, ölümcül bir yara almıştır.”(3)
Uzaklaşma isteği, deneme yazılarını yayımlatmaya karar verişini anlattığı süreçte bile başat öğedir. Şöyle açıklıyor bunu: “Artık bu yazıları bir kitapta bir araya getirebilirim, yani onları yeniden okumayı ve başkalarına okutmayı kabul edebilirim. Zaman ve uzamdaki yerlerine yerleştirmek için. Doğru ışık ve bakış açısından gözlemlemeye olanak verecek kadar kendimden uzaklaştırmak için. Onlarda öznel ve nesnel dönüşüm ve sürekliliklerin izini sürebilmek için. İçinde bulunduğum konumu anlamak için. Yeni bir sayfa açmak için.”(4)
Kum Koleksiyonu’nun arka kapağı için, adını vermeden yazdığı sunum yazısında, kendi üslubu hakkında şu sözlerine rastlıyoruz: “Sınırsız bir ansiklopedik merak ve her tür uzmanlığa ölçülü bir mesafe koyuş; yansız bilgi aktarımı olarak gazeteciliğe saygı ve kendi görüşlerini tali gözlemlerle sınırlamanın ya da satırlar arasında gizlemenin zevki; dünyanın çeşitliliği konusunda saplantılı bir kılı kırk yarma ve tutkulu bir ‘seyreyleme’…”(5)
Yazınsal niteliklerinin neredeyse tamamını içeren bu ifade, onun edebiyata bakışı konusunda da ipuçları vermektedir. 1955’te yayımlanan Aslanın İliği adlı yazısından 1980’lere varıncaya kadar, yazılarına, görüşleri ve yaşamla koşut gelişen değişimler yansır. Edebiyatla ilişkisi, kendi deyimiyle “ahlakî-sivil” bir çizgiden, 1956-1957’de İtalyan Komünist Parti’sinden kopuşuna, her tür bilimsel gelişmenin edebiyata sağladığı açılımdan Potansiyel Edebiyat İşliği’ne bir yol haritası izler. 1960’lı yıllarda dilbilim, yapısal antropoloji, göstergebilim, insan ve doğa bilimleri, astronomi ve kozmoloji, tümdengelimcilik ve enformasyon kuramı alanlarındaki derin okumalarının sonucunda 1970’li yıllara gelinmiştir ve Calvino’nun edebiyata ilişkin düşünceleri şöyledir: “Toplumun en kötüye alıştırılmasına, edebiyatın taklide dayanmayan, varoluşun yükümlülüğünü üstlenen bir yanıtını henüz göremiyoruz.”
Bu tespitin bir entropi sezgisi olduğu söylenebilir mi? Amerika Dersleri’nin sonuna doğru ve diğer yazılarında da sıkça sözünü ettiği bir kavramdır entropi. Termodinamik yasalarından ödünç alınan bu kavramı, Mallarme’nin “Bir zar atışı, rastlantıyı yok etmeyecektir asla.” sözüne katılmak için ve kendi sezgisinin de bu yönde olduğunu belirtmek için kullanır: “Evrenin tözüyle aynı eğilimi gösteriyor Mallarme’nin sözlerindeki töz: Yadsıma, yokluk, hiçlik.” (6)
1960’ların bilimsel araştırmalarının getirdiği gelişmelerin, matematiğin de felsefe, dilbilim ve psikoloji gibi insan ve toplum bilimlerine açılımına sebep oluşu, Calvino’nun 1967 yılında verdiği, Sibernetik ve Fantazmalar adlı konferans için hazırladığı bir metne konu olur. Entropi kavramına burada da değinerek, dünyanın sürekliliğinin giderek “kesikli” bir hal aldığını (“kesikli” terimini matematikteki karşılığıyla kullandığının altını çizer ve “kesikli nicelik, ayrı kısımlardan oluşan nicelik demektir” açıklamasını yapar.), buna bağlı olarak süreksizlik, bölünebilirlik ve birleştirilebilirliğin sürecini yaşadığımızı belirterek; dilbilimcilerin, edebiyat dili de dahil olmak üzere dillerin bütün düzeylerdeki entropisini belirlemeye çalıştıklarını söyler. Yazı yazmanın verili öğeler arasında bir birleştirme süreci olduğuna ilişkin düşünceleri, edebiyatı tarihsel ve mitolojik kökenleriyle ele almak gerektiğine olan inancının işaretlerini taşır. Günümüzün çok parçalılığına, bölünebilir ve sayılabilir kavramların varlığına değinir. Hemen ardından geliştirdiği karşıt düşünceyle, bu döngüden çıkmasını bilerek şunu söyler: “..ama edebiyatın gerilimi, sürekli olarak bu sonlu sayının dışına çıkmaya yönelik değil mi; edebiyat sürekli olarak söylemeyi bilmediği bir şeyi, söyleyemeyeceği bir şeyi, bilmediği bir şeyi, bilinemeyecek bir şeyi söylemeye çalışmıyor mu?.. Modern edebiyatın gücü, toplumsal ya da bireysel bilinçdışında söylenmemiş kalan her şeye kendini ifade etme olanağı verme bilincinde yatar: Bu, modern edebiyatın sürekli olarak ortaya attığı meydan okumadır.”
Dilin, insanoğlunun karşılaştığı en karmaşık düzeneklerden biri olduğu, yazarın da bununla koşut biçimde makineleşeceği ve belki de ortadan kalkacağı öngörüsü ile, edebiyatın kendini yadsıyarak geliştiği yönündeki görüşü örtüşür. Bu bağlamda edebiyatın, “sonsuz küme paradoksundaki” gibi, bütün kümelerin kümesi olarak, bir tanımlanamazlık veya belirlenemezlik öngörüsü taşıdığına inandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Gödel Paradoksu’nun ortaya koyduğu, matematikte daima gösterilemeyen gerçeklerin olacağı tespitine, “Şairin ve yazarın yerine geçebilecek bir makine mi olacak elimizde?.. Her durumda, böyle bir makineyi oluşturma zahmetine değmeyecektir” diyerek katılan Calvino, edebiyatın muhalif kimliğine yürekten bağlı bir yazar olarak şöyle der: “Gerçek edebiyat makinesi, kendisi düzensizlik üretme gereksinimi duyacak olan makinedir, ancak bu düzensizliği kendinden önceki bir düzen üretimine tepki olarak yapacaktır: Fazlasıyla uzun süren bir klasik üretimin aşındırdığı devrelerinin önünü açmak için öncü edebiyatı üretecek olan makine…Kuramsal bir varsayıma eksiksiz olarak karşılık gelen, yani en sonunda gerçek edebiyat olan edebiyat bu olacaktır…”(7)
Yazının hayallere ve gerçeklere vereceği biçime inanan Calvino, gerçeğin edebiyat tarafından algılanabilecek olması gibi bir düşünceye de kapılmadığını, “edebiyat gerçekliği bilmez” diyerek özetler. Bu düşünce, soyut, kesinlikten uzak, sınırları çizilmemiş bir bakış açısı gibi görülebilir; oysa, kaynağını yaşamın ağır çalışmalarının ve zorluğunun getirdiği diyalektik bakış açısından alır. Calvino, kusursuz sayılabilecek bir bahçede, “tarihin başka kurallara uyması arzusundan doğmuş, ‘bir başka tarihin’ mekanı”nın saklı olduğunu bilir.
Akılsallığın, sistematiğin, analitik kurgunun, hayal gücüne dayanan kurmacanın köşebaşlarını tuttuğu kendi dil labirentinde, metni oluşturan doluluk ve boşlukların sezgi, şiirsellik ve lirizmle örülmesi gerektiğine olan inancını; yazı sanatının, imgeler aracılığıyla, uzam ve zamana ilişkin her şey arasında bağlantı kurma ve kombinasyonlar üretme sanatı olduğuna inancıyla pekiştirir. Çöp torbasının evden kapı önüne çıkarılması süreci bile, gündelik, kişisel ya da toplumsal olanla sanatsal olan arasında bir ritüeldir Calvino’da. Sinemadan çıkışının akşam vaktine denk gelmesi dahi, tutkunu olduğu beyaz perdenin eşliğinde yürüdüğü sokakların karanlığıyla karşıtlık oluşturan ve onun imgesel dünyasını genişleten bir törendir. Yaşamın her anına ilişkin doyumsuz bir koleksiyoncuyla karşı karşıyayız ve biriktirdiklerinin kum tanelerinden başka şey olmadığını söylediğine inandığımız bir yazarla; sayılamayan, sonsuz, sürekli ve sınıflandırılamazla olan ilişkisinde ise tutkulu ve inançlı bir edebiyatçı kimlikle. Edebiyatı kendi varoluş nedenleri arasında sayan Calvino, bahçedeki gezintisine, tüm bahçeyi rahatça seyredebileceği patikaya doğru ilerleyerek devam ediyor. “Bu görünümün, kendisini içeren bahçeyle, şehre ve dünyaya da bakanı içine alacak şekilde açıldığını bilerek.”
Geçmiş gelecekle, zaman uzamla, uzam ise nesnelerle iç içe geçiyor. Deniz kıyısında güneşli bir günün imgesi, Kyoto’nun bahçelerindeki çiçeklerden, Meksika’daki Tule ve Yesse ağaçlarından, San Giovanni’de babasına yardım etmek için yüklendiği küfenin altında terleyen çocuğa uzanıyor. Calvino “denize bakıp, bir saat içinde kumsalda olacağını düşünüyor.”
“Ya ben? Sanırım ben başka bir şey düşünüyordum. Doğa neydi? Otlar, bitkiler, yeşil yerler, hayvanlar. Zaten doğanın ortasında yaşıyor ve başka bir yerde olmak istiyordum. Doğanın karşısında ilgisiz, sakınımlı, yer yer düşmanca bir tutum takınıyordum. Ve bir şeyi bilmiyordum: Ben de bir ilişki, belki babamınkinden daha talihli bir ilişki arayışı içindeydim, edebiyatın her şeye anlamını yeniden kazandırarak bana vereceği bir ilişki, böylece birden her şey gerçek, somut, ele geçirilebilir ve kusursuz hale gelecekti, artık yitirdiğim o dünyadaki her şey…”(8)
“Tutarlılık” yazılamadı. Bilinen tek şey, Calvino’nun, Herman Melville’in Bartleby’sinden bahsedecek olmasıydı. Tutarlılığın sınanacağı uzun zaman diliminde, sürekli ve aşamalı bir ilerlemenin gerekliliğini mi anlatacaktı Calvino veya uyumsuzluğun olağanlığından ve olumlanmasından mı bahsedecekti? Belki de bu kez, Mercurius’la Vulcanus olmayacaktı karşılıklı ve bir arada olan; Hades’in ölümsüzlüğünü ya da sonsuzluğunu anlatacaktı. En kötü ihtimalle, yapıtın gelecekle bağlarının sağlamlığını ölçmek için, taşıdığı işaretlerin gücüne iyi bakmamızı öğütleyecekti. Zamanın ve edebiyatın bize bir oyun oynadığı da gerçek: Tutarlılık, çözülemeyecek bir bilmece olarak kalmayı istemiş olamaz mı? Yahut onu zaten bildiğimizi söylemek istercesine susmuştur; Calvino’nun kimliğinde ve eserlerinde göründüğünden emin olarak.
Kaynakça:
1-Amerika Dersleri, s.57, YKY, 2007.
2-San Giovanni Yolu, s.30 ve s.18, YKY, 2008.
3-San Giovanni Yolu, s.44.
4-Yeni Bir Sayfa, YKY, 2008.
5-Kum Koleksiyonu, s.7, YKY, 2008.
6-Amerika Dersleri, s.150.
7-Yeni Bir Sayfa,YKY, 2008.
8-San Giovanni Yolu, s.31.
*Bu yazı, 2009 yılında Kanguru Yayınları arasından çıkan “Calvino’yu Niçin Okumalı?” adlı ortak kitaptan alınmıştır.
“TUTARLILIK” ÜZERİNE
Italo Calvino’nun Amerika Dersleri adlı kitabında, yazarın Gelecek Bin Yıl İçin Altı Öneri’den biri olacağını öngördüğü halde yazamadığı tutarlılık hakkında bildiklerimiz, Esther Calvino’nun dediklerinden ibaret: Calvino, Herman Melville’in Kâtip Bartleby’sinden bahsedecekti. Tutarlılığın sınanacağı uzun zaman diliminde, sürekli ve aşamalı bir ilerlemenin gerekliliğini mi anlatacaktı Calvino veya uyumsuzluğun olağanlığından ve olumlanmasından mı bahsedecekti? Belki de tutarlılığı Amerika Dersleri’nin sonuna özellikle bırakmıştı çünkü bu kavram, diğer beş önerinin (hafiflik, hızlılık, kesinlik, görünürlük, çokluk) bir araya getirilebileceği olanakları barındırıyor; sebat, düzenlilik, dürüstlük, sarsılmazlık, istikrar, tarafsızlık, denge ve güvenilirlik gibi kavramları da içeriyordu.
Melville
“Ertesi gün oldu.
–Bartleby, diye bölmesinin ardından kibarca çağırdım. Yanıt yoktu.
–Bartleby, dedim daha tatlı bir ses tonuyla, gelin buraya, yapmamayı tercih edeceğiniz bir şeyi yapmanızı istemeyeceğim. Yalnızca sizinle konuşmak istiyorum.
Bunun üzerine sessizce yanıma doğru süzüldü.
–Nerede doğduğunuzu söyler misiniz bana?
–Yapmamayı tercih ederim.
–Kendinizle ilgili ne olursa olsun herhangi bir şey anlatır mısınız?
–Yapmamayı tercih ederim.
–Peki sizi benimle konuşmaktan alıkoyan mantıklı ne gibi bir neden olabilir? Kendimi dostunuz sayıyordum.
Ben konuşurken bana bakmıyor, gözlerini inatla koltuğun arkasında, başımın altı karış üzerinde bulunan Cicero büstüne dikiyordu.”(1) (s.39)
Melville, ünlü eseri Moby Dick için ters psikoloji kullanmış ve Borges’in 1943’te Bartleby için yazdığı önsözde belirttiği üzere, “kitabın simgesel olduğu izlenimini uyandırabilmek amacıyla, ‘kimse Moby Dick’i korkunç bir masal, hele daha beteri, iğrenç ve çekilmez bir alegori olarak incelemesin.’” demiş. Kâtip Bartleby’den yukarıda alıntılanan bölümde Cicero’ya yapılan simgesel gönderme, yine Borges’in önsözünde değindiği agnostizme (bilinemezciliğe) vurgu niteliği taşıyor: “Moby Dick’in evreni de böyledir: Hem agnostiklerin sezdikleri gibi kötülüğü açıkça belli hem de Lucretius’un dizelerinde geçtiği gibi akıl almaz bir kozmos…” (s.6) Cicero göndermesi, anlatıcıya, avukata yönelik olarak ele alınabileceği gibi –büst onundur– , metnin şüphecilik esasında okunması ve yorumlanması gerektiği yönünde bir telkindir belki de.
Melville’in alegorik anlatımı, çevirmen Münir H.Göle’nin tespitiyle, duvar simgesinde karşımıza çıkar. Bartleby’nin öyküsü Duvar Caddesi’nde (Wall Street), bir yazıhanenin yüksek tuğla duvarları arasında başlayıp, yine yüksek duvarlarla bütünleşen bir yerde, tutukevinde son bulur.
Simgesel anlatım, kendini öykü boyunca en yoğun biçimde Bartleby’nin “yapmamayı tercih ederim” cümlesinde hissettirir. Bu karşı duruş, bireyin sosyo-ekonomik yapılanmanın işlevsiz dayatmaları karşısında çıkardığı tekil ve cılız sesin de yankısı olur. Bir karşı-kahraman olarak Bartleby, uzlaşmayan, okura çoğu zaman dikkafalı dedirtecek kadar inatçı, iyiliğin beklediği karşılığa ve gündelik ilişkilerin çarpık taleplerine kanmayan, kararlı tutumundan taviz vermeyen kişiliğiyle, sahtelikleri insanın yüzüne tutan ayna gibidir. Bartleby, elde edilen değil ancak sunulmuş olasılıklar arasından seçmek, tercih etmek, insanın elindeki tek olanaktır der gibidir: Eylemsizlikte eylem. Diğer yandan, seçmenin doğasında var olan odaklanmanın ve vazgeçmenin sonucuna razı olmak, Bartleby’nin tercih ederken kendinden ödün vermediğinin alegorik ifadesidir; vazgeçmenin olduğu kadar mücadelenin de, belki bir pasif direnişin ya da vuruşarak çekilmenin.
“Yapmamayı tercih ederim”, Bartleby’nin itirazını dile getirmek için seçtiği en zarif yoldur. İşleyişte kendini içten içe duyumsatan yazılı sözleşmenin –burada iş akdi– gizli tahakkümü karşısında Bartleby, toplumsal sözleşmeleri bir anlamda hiçe sayarak, insanın insanla yaptığı ve yapacağı, yazılı olmayan sözleşmeye dayanmayı, her türlü riski, hatta ölümü göze alarak yeğler.
“Bartleby, dengeli ve nükteli bir dille yazılmıştır, tüyler ürpertici bir konuyu işlemek için kararlı kullanımı Franz Kafka’nın habercisi gibidir.” der Borges.(s.6) Borges’in sözünü ettiği kararlı kullanım, Melville’in dilinde olduğu kadar, Bartleby’nin direncinde de göze çarpar. Bu konuyla ilgili olarak Melville’in İncil’ine düştüğü şu not, tutarlılığın, üslûbun sürdürülmesi anlamına gelebileceğine ilişkin iyi bir ipucu niteliğinde: “Yaşamda gerçek bir filozof gibi görünüyor, en yüce anlamda bilge insan olarak. Dediğinde diretiyor, hiç esneklik göstermeden kendi yolunda gidiyor.”(s.10) Bartleby, kendisini kabullenişin boyunduruğundan kurtaran reddediş cümlesiyle, sakin, dengeli, kararlı ve dirençli kalmayı başararak, baştan ayağa tutarlı bir duruş sergiler. Uyum göstermenin dayatıcılığını her seferinde sorgulamak gerektiğini hatırlatan değişmez tavrı ve sözünün kararlı kullanımıyla, akıntıya karşı duran taştan irade heykeli gibidir. “Her durumda davranışlarındaki değişmezlik”(s.32), onu güvenilir ve dürüst kılar. Tutunamayan profili çizdiği halde, eylemindeki inanç ve ısrar, iradesinin olduğu kadar, başka bir yaşam arayışına bağlılığın da göstergesidir.
Tutarlılık, Bartleby’nin davranışlarındaki değişmezlik değilse, Melville’in eserin sonuna kadar merak duygusunu okurda canlı tutmayı başaran üslûbudur. Öykünün sonuna doğru Avukat şöyle der: “Bu küçük anlatı Bartleby’nin kimliği ve anlatanla karşılaşmadan önce nasıl bir yaşam sürdürdüğü konusunda merakını uyandıracak kadar ilgisini çektiyse, buna tek karşılığım, merakını bütünüyle paylaşıyor olmam, ama giderebilmenin kesinlikle elimden gelmeyeceğidir.”(s.62) Ve sadece Bartleby’nin, aniden kovulana değin Washington Sahipsiz Mektuplar Dairesi’nde, imhadan sorumlu memur olarak çalışmış olduğunu söyler anlatıcı; okurun merakını ayakta tutmanın, bilgi vermeden de yapılabileceğinin göstergesidir bu kurgu. Böylelikle Melville metnin ucunu açık bırakmış, az da olsa okura sezdirmek istediği insanlık hali için ipucu vermiş olur. Bir kâtip olarak Bartleby, bir zamanlar imha ettiği mektuplar gibi yok oluşa doğru ilerlemiştir.
Bartleby eski işinden kovulmuştur. Oradan sorgusuz sualsiz ayrıldığına dair kesin bir bilgi yoktur ancak öyle olduğu tahmin edilir çünkü işten çıkarma aniden gerçekleşmiştir. Yeni işinde ise durum farklıdır; avukat, çalışma saatleri içinde kendisine verilen işleri gönlünce belirleyeceğini ima eden, yazıhaneyi evi gibi kullanan, üstelik bunu büyük bir gizlilikle uzun zaman devam ettiren Bartleby’yi, varlığı artık bir külfet haline gelmiş olsa da, ona acıdığı ve merhamet gösterdiği için hızla kovamaz. Bartleby ise, avukatın insancıl yüzünü görmüş, görmese de sezmiştir. Tüm iyi niyetine rağmen iyilik yapacak gücü gösteremeyen taraf, acizliğin süreğenliğine eklemlenmeye mahkûmdur ama Melville, bunun hangi taraf olduğunu belirtmekten kaçınır.
Bartleby’nin şaşkınlığı, avukatın tutarlılığının devam edeceği inancının sarsılmasından sonra küskünlüğe dönüşür. Yanılgısı büyük olmuştur. Bartleby ummaktan, avukatsa acımaktan başka şey yapmamıştır. “Genellikle, dar görüşlü kafalarla devamlı sürtüşme, yüce gönüllü kişinin en yerinde kararlılığını bile aşındırır.”(s.51) Yüce gönüllü olanla, öyle kalan arasında bir ayırım yapabilmemiz için, her şeyi olduğu gibi –asla daha fazlasıyla değil– ortaya koymuştur Melville. Bartleby’yi ölüme götüren yolu açan, avukatta kendi yüzünün yansımasını görmek olmuştur belki, kim bilir? Uyum göstererek yaşamasını sağlayacak hiçbir şeyi seçmeyeceğini, rıza göstermeninse varoluşunun sonu olacağına inandığını unutmuştur Bartleby. Unutuşu fark etmesi ise, ölmeye başlamasının ilk adımı olmuştur. Sahipsiz mektupları imhadan sorumlu bu ikinci derece memurun şöyle dediğini duyar gibi oluruz: Yaşamamayı tercih ederim.
Kafka
“Şu çok tartışıldı: Marjinal bir edebiyat nedir? Şu da tartışıldı: Halkçı, proleter bir edebiyat vb. nedir? Daha nesnel bir kavramdan, minör edebiyat kavramından yola çıkmadıkça, açıktır ki ölçütler belirsizliklerini koruyacaklardır. Majör bile olsa bir dilin minör kullanımını içerden kurma olanağı, popüler edebiyatı, marjinal edebiyatı vb. tanımlamaya izin veren tek şeydir. Edebiyat, yalnızca bunun karşılığında edebiyat, gerçekten kolektif bir anlatım makinesi haline gelebilir ve içerikleri ele almayı, ortaya çıkarmayı becerebilir. Kafka, minör bir edebiyatın malzemeyi işlemeye daha elverişli olduğunu özellikle belirtmiştir.”(2) (s.28)
Minör edebiyat, “bir azınlığın majör bir dilde yaptığı edebiyat” (s.25) olarak tanımlansa da; nitelikleri, “dilin yersizyurtsuzlaşması, bireyselin dolaysız-siyasal olana bağlanması ve sözcelemin kolektif düzenlenişi” olarak ortaya konuyor. Onun majör bir dil, edebiyat ve dünya yaratmadaki gücünü anlatmak için minör edebiyat kavramından değil de, edebiyatta minör tutumların majör tutumlara doğru yönelişleri gibi bir düşünceden hareket edilebilir. Dolayısıyla, en genel biçimde, biçimin içeriği anlatıma davet ve dahil etme süreçleri, minör edebiyatı da kapsayacaktır: Belli bir durumu karşıtıyla birlikte ele alma; evrensel olana ulaşmak için duygulardan ve sezgilerden yana tavır koyma; şüpheciliğin sunduğu geniş anlamsal olanakları kullanma; insana, insanlığa ait trajedileri konu edinme…
Minör tutumun majör tutuma bağlanışıdır söz konusu olan. Kullanılan dilin yerliyurtlu olamayışı gibi daha içerden, öznel bir durum –Kafka’da Prag Almancası– ne kadar minör bir durumsa, bu dille gönderim diline, anlamın ve kültürün diline ulaşmak da o kadar majör bir durumdur. Simgeler, metaforlar veya alegorilerin kullanımıyla ifadede görülen, içe dönük, daha kapalı bir söylemden yana olan minör tutum –mekânı dardır–, yorumu çoğullaştıran ve anlamı özgür bırakan majör bir tutum da demektir. Kafka’da minör edebiyatın kimliği, bireyselin toplumsala bağlanışı ile ortaya çıkarken, dilin temsil edici niteliğinden vazgeçilmesi, dili bir bakıma tarafsızlaştırır. Onun, “Metaforlar, beni yazma uğraşında umutsuzluğa düşüren pek çok nedenden biri.” dediği bilinmektedir.(s.33) Bu sözünün Melville’inki gibi ters psikoloji olup olmadığı bilinmese de, Kafka hakkında yorumları çeşitlendirenin, metaforlara karşı bu mesafeli duruş olduğu söylenebilir mi? Belki şu: Kafka’da anlamının doruğunda olan minör edebiyat kavramı, en şanslı konumundadır; majör, büyük bir edebiyat kurabileceğini Kafka sayesinde gösterebilmiştir.
Kafka’da esas sorunun özgürlük değil, çıkış sorunu olduğundan hareketle, “kendisinden başka bir şey dile getirmek istemeyen yaratıcı bir kaçış çizgisi” (s.53) olarak minör bir anlatı dilinin sahip olduğu en büyük olanak, anlam dizgelerinin artırılıp yoğunlaştırılması olsa gerek. Çoğunlukla labirent ile simgeleştirilen bu dilin, kendisinden başka bir şey dile getirmek istemeyen insan, hayvan, nesne, durum, zaman, mekân ve benzeri şeyle örülü olduğunu düşünmek, Kafka’yı düşünmek olduğu kadar, Melville’i de düşünmektir çünkü Kafka’daki tutuma benzer bir tutum Melville’de de görülür: Bir çıkışa ulaşmak değil, daha çok yön bulmaya çalışmak.
Anlatı dilinin belirlenmesi; gösteren olmayan, göstermeyen bir dil kullanımında ısrar edilmesi; tüm eserlerde görülen, insanın kıstırılmışlığını imleyen ana izlek ve bu izleğin her eserde farklı, yeni bir söylemle ortaya konması… Tutarlılığı, bir yazarın, ardında klasik eserler bırakabilmek için ölünceye dek savunduğu değerlerde aramak, Calvino’nun söyleyecekleri arasında yer alacak mıydı?
Diğer yandan tutarlılık, Dava’da olduğu gibi, belki de eserin bitimsiz, tanımlanamaz oluşu demekti. Yarım bırakılmak, belli bir sonu olmamak, eseri yaşamsal gerçekliğin döngüsüne alıyor; zamanın eklektik yapısının kesiti olarak roman da bitimsiz biçimde sürüyordu.
Dostoyevski
“Niçin bir kız daha anasının karnındayken talih kuşu ona mutluluğu müjdeliyor da, öteki bir kimsesizler yurdunda dünyaya gözlerini açıyor?” diye soruyordu İnsancıklar’da Makar Devuşkin. Daha ilk romanında insandaki büyük acıma duygusunu eserinin merkezine alan Dostoyevski, yarattığı yeraltı trajedisine sadık kalmış; toplum dışına itilmenin, kabul görmemenin, ötekileştirilmenin acısının insana yansımalarını sergilemiştir. Onun anlatımı öylesine içerdendir ki, aynı sahici duyguları bizde de yaratarak karşılığını bulur ve bu sahicilik, kendini unutmaya eğilimli insana, arzunun, acının ve korkunun, görmezden gelinse de hâlâ o derinlikte yattığını hatırlatır.
Çaresizlik karşısında kabullenişin zorluğunun, umudun her seferinde kendini kandırmaya dönüşmesinin, aldanışın tekrarıyla ortaya çıkan bir tür bağımlılığın ruhta açtığı yaralardan oluşan bu acı dil, büyük doğan ve büyük kalan güçlü bir edebiyat olarak varlığını sürdürecektir.
Nurdan Gürbilek şöyle diyor: “Kavramsal düşünce önemlidir ama kavramların bazen taşlaştığını, kavramaya aday oldukları içerikleri anlatmak şöyle dursun, anlatılmalarının önünde bir engele dönüştüğünü biliyoruz. Belki en çok bu yüzden, yaşantının sarsıcı içeriğinin unutulmasına razı olmadığı için önemlidir güçlü edebiyat.”(3) (s.13) Bu güçlü edebiyat, varlığını bir bakıma, zayıf, ezilen, ötelenmiş, önemsenmemiş, örselenmiş, sonunda yıkıcı enerjisini kendine yöneltmişlerin anlatılmasına borçludur. Eserlerinde karşıt ruh hallerine, gelgitlere, ikilemlere yer veren Dostoyevski’deki tutarlılık da budur: Birbiriyle çelişen durumların aynı zamanda geçerli olabileceği sezgisi. İnsana ait olanın ipuçlarının çekincesiz biçimde ele verilmesi, edebiyatın içtenliğinin sorgulanışını sağlar. İşte bu içtenlik, Dostoyevski’de majör edebiyata giden yolu gösterir. Ondaki minör tutum, ötedekini konu edinen içeriğin, devrimci/öncü biçimle ortaya konması zemininde aranmalıdır; yıkmanın ve yaratmanın mikro düzeyde ele alınmasıdır bu.
Acının yol açtığı açmaz ve çelişkileri de, tıpkı acı ve acımayı anlattığı gibi, gözler önüne serer Dostoyevski. Adaletsizlik, eşitsizlik ve bunlar karşısında yaşanan gelgitler, büyük ve güçlü edebiyatların anlatmayı her zaman tercih ettiği insanlık trajedileri olagelmiştir. Edebiyatın, insanı anlatırken topluma mal oluşudur söz konusu olan. Dostoyevski’yi ölümsüz kılandır: Taraf olmayanları dahi taraf tutmanın gerekliliğine inandıran dil. Tutarlılık da bu olsa gerek: Okurun kendi kararını vermesine yardımcı olacak savların hepsini ortaya koyarken, bir karara varması gerektiğini de kulağına fısıldamak.
Anlatımda tutarlılığa ulaşma çabası, düzyazının sonuca varma, uzlaştırma amacının göstergesidir. Söz konusu uzlaşı, gerçekliğin sayısız yüzü sebebiyle daima yanıltıcı olabilir. Bu bilginin kavranması ise, tamamıyla özgürleştirici niteliktedir. Edebiyat, insanın ve toplumun ölümsüz sorunlarını ele aldığı ölçüde tutarlı bir duruş sergiler. İçeriğin ifadesine önayak olan biçimsel unsurlar ise, eserin zamanlar-üstü niteliğini belirleyecektir.
Geriye, güncelliğini korumanın dışında artıran eserler bırakabilmek ise, bir yazarın sevinci mi, üzüntüsü mü olurdu?
Calvino
Belki yine, bir kalem cambazı olarak, tutarlılığı bilinen anlamları ile düşünmenin olağanlığından sıyrılacaktı Calvino ve edebiyatın sıra dışı ile kurduğu ilişkilerin bilinciyle Oscar Wilde’ın, “Tutarlılık, hayal gücünden yoksunların son sığınağıdır.” deyişini destekleyecekti. Hatta bir inandırıcılık çabası olarak tutarlılığın gerçekle ilişkilerine dikkat çekebilirdi. Zamanın ve edebiyatın oyunu bu: Tutarlılık, çözülemeyecek bir bilmece olarak kalmayı istemiş gibi. Yahut onu zaten bildiğimizi söylemek istercesine susmuştur; güçlü edebiyatın izlerinde göründüğünden emin olarak.
Kaynakça:
1-Herman Melville, Kâtip Bartleby, İletişim Yay. , 2008.
2-Gilles Deleuze-Félix Guattari, “Kafka, Minör Bir Edebiyat İçin”, YKY, 2008.
3- Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili, Metis Yay. , 2008.
*Bu yazı Deliler Teknesi dergisinin Temmuz-Ağustos 2010 tarihli sayısından alınmıştır.
05 Nisan 2013 Cuma, 18:29 at 18:29
Hoşgeldin Zeyno 🙂
05 Nisan 2013 Cuma, 22:14 at 22:14
Hoş buldum. :))
05 Nisan 2013 Cuma, 22:16 at 22:16
🙂
06 Nisan 2013 Cumartesi, 13:42 at 13:42
Çoğalmaya zenginleşmeye devam ediyor yutmograf:-)