KÖY ENSTİTÜSÜ
Ankara: 26.06.2014
NADİR ŞENER HATUNOĞLU
(matematikçi-bilim uzmanı)
Köy Enstitüsü projesi, Türk Kurtuluş Savaşı’nın ikinci aşamasıdır. Türk devletini düşmanın ayakları altından kurtaran kahramanların çocukları, torunları bu kez de ‘Cehle Karşı Bir Savaş’ başlattılar. Sadece süresi belli savaş, ‘On’ yıl: 1912-1922. Bu on yıl boyunca çarpışan Türk Devleti, parçalanmanın ötesinde, üretimsiz ve bir yıkıntı olarak kaldı. İşte Türk Kurtuluş Savaşı’nı kazanan kahramanların torunları, -özellikle- yoksul ve bilim ışığından yoksun Türk köylüsünü, ‘aydınlıkla’ buluşturma andıyla yola çıktılar. Bu harekâtın başında, minnet ve şükranla andığımız Hasan ALİ YÜCEL, İsmail HAKKI TONGUÇ ve arkadaşları vardı.
Köy Enstitüsü, öğretmen okuludur; ancak köy halkının da aydınlanması için bu okula, başka niteliklerin de eklenmesi gerekti. Söz gelişi; köylümüz modern tarım işletmesinden habersiz, daha mikrop kavramı bile algılanmamış. Tarımda toprağın niteliği, yapılarda malzemenin önemi, mühendislik kuralları… Bunun gibi programları da yüklediler.
Halk deyişiyle ‘Elde yok avuçta yok.’ Daha önemlisi ‘öğretmen’ yok… Bina, masa-sıra, karyola, kazan, kap-kacak… Hepsi sıfır. Bunun üstesinden gelinirdi; ama kapıdaki savaş… Avrupa’daki Adolf HİTLER’İN Nazi çılgınlığı, korkutucuydu. Köy Enstitüsü’nün kuruluşu ile İkinci Dünya Savaşı’nın başlangıcı aynı tarihe denk gelmişti. Deneyimli devlet büyükleri, devletimizi savaşa girmekten kurtardılar; ama önlem olarak dört milyon askeri de silâh altında tutmak zorunda kaldılar. Bu da nüfusun beşte-biri demekti. Bir başka deyişle üreten insanlar, ‘yiyici’ konumuna düşmüşlerdi. Öyleyse ne yapmalı?
Liderler güzel vatanımızın her bölgesini gezdiler. Yerleşime uygun arazi keşfine çıktılar: Kepirtepe, Akpınar, Pamukpınar, Pulur, Lâdik, Cılavuz, vb. Görevli öğretmenlere bu araziler gösterildi, anlatıldı. Her görevli köylerden, ilkokul mezunu çocukları toplayıp getirecek. 12-15 yaşındaki bu çocuklar, -şimdilik- çadırlarda barınacaklar. Sonra taş ocağından taş, tuğla taşıyarak, kendilerine bina yapacaklar: Yatakhane, yemekhane, tuvalet, spor salonu, derslikler, atölyeler, fırın, çamaşırhane vb.
Köy Enstitüsü’ndeki Öğretmen açığını kapatmak için, ilköğretimdeki başarılı öğretmenler devreye sokulacak. Köylerdeki öğretmen açığını gidermek için de, askerliğini çavuş olarak yapmış, sicili temiz gençler, ‘Eğitmen’ adıyla devlet hizmetine sokulacak. Bunlar için de –müfredata uygun- kitaplar bastırılacak.
Köy Enstitüsü’ne, 1946 yılında Sivas’ta başladım. Ben ve yaşıtlarım, hazır binalara konduk. Erzurum-Pamukpınar arası, -aktarmalı- 30 (otuz) saat sürüyordu. Trenin basamakları yüksek olduğu için, birilerinin yardımıyla binebiliyordum. İlçemizin çocukları Erzurum-Pulur Köy Enstitüsü’ne kabul edilmeye başlayınca, babam dilekçe vererek, Pulur’a naklimi sağladı. Sivas-Pamukpınar’daki öğretmenlerim, Erzurum-Pulur’daki arkadaşlarına beni tanıtarak, ezilme olasılığını sildiler. Fizik öğretmenim Meliha SERTEL ile telefonda görüşüyoruz. Eşi Hasan SERTEL de matematik öğretmenimdi.
KARDAN YORGAN
Ankara: 28.06.2014
NADİR ŞENER HATUNOĞLU
Köy Enstitüleri’nin kuruluş aşaması sürecini kim duysa, ‘Kurgu’ sanır; oysa gerçek. Kurtuluş Savaşımız da öyle değil miydi? Değerli kültür adamımız Turgut ÖZAKMAN, ‘Kurtuluş’ dönemindeki evreleri, ancak şu betimleme ile vurgulamıştı: ‘Şu Bizim Çılgın Türkler.
Köy Enstitüsü müfredat programı, on yıl kadar sürdü. Kendi binalarını yapan öğrenciler, tatil aylarında da yeni kurulan enstitülerin yardımına koşuyordu. Her ekip, orada yaptığı binaya, kendi okul adını verip, mermer levhasını ön cepheye yerleştirirdi. İkinci dünya savaşı sona erince, devletler nefes almaya başladı. Bir daha böyle elli milyon ölüyü, yüz elli milyon sakatı, yüzlerce milyon aç-susuz kitleyi yaratan savaşın olmaması çareleri gündeme geldi. ‘Birleşmiş Milletler Örgütü’ bu kaygıdan doğdu. Bu kapsamda, Köy Enstitüsü projesi iptal edildi (1951); okulun adı da ‘İlköğretmen Okulu’ olarak değiştirildi. Bizim Pulur köy Enstitüsü, Yavuz Selim İlkğretmen Okulu adını aldı. Artık tarla-tapan, inşaat vb. işler öğrencilerden alındı; ücretli çalışanlara verildi.
Elbet savaş biter-bitmez refah hemen yerden fışkırmadı. Yine (1) kilometre kareye dağılmış olan yerleşke, merkezi yerdeki cılız çeşmeden yararlanıyordu. Beş yüz öğrencinin çamaşırı, yine iki hanım teyzenin elleriyle yıkanıyordu.
Savaş sonrası iyileştirme kapsamında olmak üzere, iki de bildiğimiz betonarme bina yapıldıydı; birisi yönetim binasıydı, öteki de öğrenci yatakhanesi… Okulu ilk kuran öğrencilerin yaptığı binalarda iki katlı, aralıksız (kerevet biçiminde) ranzalar vardı. Yeni binaya, metal ranzalar konuldu. Yüz kişilikti. Ağır eşyaların içeriye kolay taşına-bilmesi için, kanatlı kapı takılmıştı. Affedersiniz tuvalet, binadan çok uzaktaydı. Ranzalar, kapı ağzına değin tıkışık doldurulmuştu. Sınıf sırasına göre benden üç sınıf geride olan bir arkadaşımız, ranzanın alt katında ve kapı ağzında yatıyordu. Girip-çıkan herkes kapıyı tam kapatamıyordu. Erzurum’un kışında -40 C. dereceden başka, bir de kar fırtınası oluyordu. Birgün sabahleyin kalktık ki kapı ağzında yatan arkadaşımızın üstü (battaniyesi) karla kaplı.
Bu arkadaşımız, millî eğitime bağlı Film-Radyo-Tv. İle Eğitim Merkezi’nde, program müdürüz olarak görev yaptı; şimdi emekli, Ankara’da.
***
SOMUN
Ankara: 30.06.2014
Erzurum-Pulur Köy Enstitüsü, adını yakınındaki ‘Pulur’ köyünden almış. 1951 yılında mezun oldum; benden sonra müfredatla birlikte enstitünün adı da değişti: Yavuz Selim İlköğretmen Okulu.
Okul, il merkezinin on iki km. batısındaki, Ilıca beldesine yakındı; bir (1) km. Ilıca, ünlü kaplıcasıyla bilinir. Biz öğrenciler de gidip havuzunda yıkanırdık. Enstitü ilk kurulurken, fırın inşaatına gerek duyulmamış. Tek atlı bir arabanın kasasına, sandık biçiminde ekmeklik bölüm eklenmiş. Bu araba, sabahın erken saatinde, yüklendiği ekmeği, okulumuza getirirdi. Ekmeğimiz, yuvarlak somun biçimindeydi. Buraya değin güzel; itiraz yok…
Fırından buharıyla sıcacık gelen ekmek, nöbetçi öğrenciler tarafından acele dört (eşit) parçaya bölünürdü. Niçin acele? Çünkü buharlı ekmek -40 C dereceyle yüzleşince, birden ‘buz’ kesiyordu. Alüminyum kaplı yemek masamız, sobasız salonda buz gibiydi. Kesilen ekmeği de üstüne koyunca, ikisi birden buz oluyordu. Metal kupalara konulan çayımız da O biçim… Dişimiz ekmeği kesemezdi. Soğuktan, bankta oturamazdık. Alelacele ayakta çayı-zeytini yudumlar, sınıfa koşardık. Nöbetçi öğrenci arkadaşımız sobayı iyi tutuşturmuşsa, şanslı sayılırdık; çünkü taş gibi sertleşmiş ekmeği, sobaya değdirerek, yumuşamasını sağlardık. Üç-beş kol biden uzanırdı sobaya. Aynı yazgıyı paylaştığımız için, bu yüzden çekişme olmazdı. Ekmeğin dış kabuğu yumuşadıkça, ayva kemirir gibi ısırarak, doymaya çalışırdık. Yemek salonunun çatısı sadece kiremit kaplı olduğu için, yemeğimize su damladığı da olurdu. Bu binaları yapan bizden önceki ağabeyleri, yine de minnetle anıyorum.
Öğrendim ki gelişme çağındaki çocuk, ‘doymaz.’ Ben de doymadım. Ankara-Gazi Eğitim’den mezun olunca, -öğretim üyelerinin seçimiyle- öğretmen okullarına gönderildim. 1958-59 öğretim yılında, Kars-Kâzım Karabekir İlköğretmen Okulu’nda görev yaptım. Ankara’da ellinci yıl jübilem yapılırken,.öğrencim Prof. Dr. Cevat Kart, söz alarak şunları söyledi:
“Mutfağa gelen somun ekmekler,, dört eşit parçaya bölünerek masalarımıza konulurdu. Ne var ki hangi milimetrik cetvelle ölçülüp de kesiliyordu?! Göz kararı… İster istemez parçalardan biri büyük oluyordu. İşte son derste, herkes hemen yemekhaneye koşmak için, gizli bir yarışın hazırlığı içinde olurdu…”
*** nadir.sener@hotmail.com
27 Haziran 2014 Cuma, 15:29 at 15:29
Köy Enstitüleri ile ilgili okuduklarımın dışında, emekli olmadan önce Radyo Evi’nde “Çocuk Saati” programının yapımcısı olan Annem’in (Oya Fişek) Köy Enstitüleri’nin önemi ve buralardan yetişmiş öğretmenlerin değeri hakkında söylediklerini hiç unutmam. Ve ne zaman Köy Enstitülü bir öğretmenle karşılaşsam heyecanlanırım.
Nadir Bey’le ilk yazışmaya başladığımızda, kendisi ile ilgili yaptığım bir ön araştırma sonucu öğrenmiştim kendisinin bir Köy Enstitüsü öğretmeni olduğunu… Ne yalan söyleyeyim, yazdığı şiir kitapları, matematik alanındaki başarılarından çok dafa fazla ilgimi çekmişti kendisinin bu özelliği. Ve sanırım Nadir Bey’in bu çok yönlülüğünde ve başarılarında Köy Enstitüleri’nin payı büyük.
Ve kim bilir ne yaşanmışlıklar, ne anılar vardır Nadir Bey’in Köt Enstitüleri dönemlerinden kalan… Dilerim bu yazı, bu anıların paylaşımı için bir başlangıç olur ve bizler, – bugün ne yazık ki artık olmayan- bu güzel oluşumun hiç değilse geride kalan anılarında bir şeyler öğreniriz.
Nadir Bey, size tüm kalbimle teşekkür ediyorum ve yazılarınızın devamını büyük bir heyecanla bekliyorum…
27 Haziran 2014 Cuma, 17:51 at 17:51
Nadir Hocam,
Elinize, dimağınıza, yüreğinize sağlık. Ben de amcalarımın, eniştelerimin Köy Enstitüleri anı ve heyecanlarıyla büyüdüm. Sizlerden kalan en önemli mirastır bizlere. Sizler gibi aydın insanlar tarafından yetiştirilmiş olmanın gururuyla, önünüzde saygıyla eğiliyorum.
27 Haziran 2014 Cuma, 23:32 at 23:32
Nadir Hocam,
Yazılarınıza devam etmenizi dilerim. Kaydolmayan kayboluyor zira.
Saygılarımla
zaika