Fareli Köşk
“Fareli Köşk”ün lambası yine niye yanardı bilemedim, hala da bilmem. Anılarımda benden büyük devrimci kuzenlerimin bir araya gelip türküler söylediği, yokuşun hemen başındaki iki katlı ev kalmış. Bir de Ali amcanın evinin, meyve ağaçlarıyla dolu arka bahçesindeki söyleşi ve dinletiler.
Hemen her bayram gelirdik memlekete. Babamın görev yaptığı doğunun en ucundan neredeyse oniki saat sürerdi arabayla. Batıya doğru gittikçe mola verdiğimiz yerlerde siyah-beyaz TV’lere bakardım şaşkın. Paket programları izlerdik konakladığımız orduevlerinin lobilerinde. Memlekete yaklaştıkça heyecanım katlanır, bir an önce kavuşmak isterdim.
Kardeşlerin en küçüğü olan babam, askeri hekimdi. Saygı duyulurdu sülalede. Aynı heyecanı duyan akrabalarımız, arabamız taşlı yolu tırmanırken hoşgeldiniz dercesine el sallarlar, sevinçleri gözlerinden okunurdu. Büyük amcamın evinde kalmak gerekirdi tabi, ne de olsa ailenin en büyüğüydü. Bense paylaşılamazdım büyük ve küçük amcamın çocukları arasında. Biraz onlarda biraz bunlarda kalmasam gayrılık olurdu.
Teyzemin bayram öncesi yaptığı ve soğuk odadaki kilitli nefis baklavaların ve böreklerin az dayağını yememiştik kuzenimle. “Boşver, gel, anamın su böreğine doyum olmaz” Yer misin yemez misin. Tabi kuzen yerdi “zopa”yı daha çok.
Bayram sabahlarının tadına doyum olmazdı. El öpe öpe topladığımız harçlıklarla koşa koşa gittiğimiz mahalle bakkalından plastik arabalar almaya can atardık, bir de karton külahlarda satılan şekerli leblebi tozu tabiki, yedikçe dilimize damağımıza
yapışan. Bakkaldan aldığımız o plastik arabalara teller takılır, direksiyon yapılır yarıştırılırdı. Kim hızlı koşarsa artık. Bir de tornetlerimiz vardı üç tekerlekli. Ahşap bir oturak altında rulmanlı tekerlekler ve ayaklarımızı koyup sağa sola yönlendirdiğimiz tahta parçaları. Dik yokuştan salardık tornetlerle kendimizi, kimin torneti daha iyi görelim. Ufak sıyrıklarla atlattığımız düşmelerin acısını hissetmezdik bile.
Madeni ikibuçuk liralarla seyrettiğimiz Bruce Lee’nin karate filmleri sonrası sokaklarda herkes filmden çıkmış karakterlerin el kol bacak hareketlerini birbirine savurur, garip sesler çıkarırdı. Sonrası gittiğimiz babamın amcasının hamamında yunmanın keyfi de cabası.
Engebeli de olsa bulduğumuz ilk düzlüğe sıraladığımız renkli renkli cam misketlerle üç kuyu, çukur, karış gibi oyunların sonunda rakiplerini “ütmenin” ve dalgasını geçmenin zevki, o dönem yaşıtlarımızın belleğini süsler hala. Hele de erkekli kızlı oynanan kukalı saklambaçlar, çelik çomaklar, yakar toplar, istoplar, seksekler…
Benden 2-3 yaş büyük kuzenlerle bayramın keyfini çıkarırken, daha büyük olanlar memleket meselelerini tartışırlar, oyunlarımız gölgesinde kalırdı türkülerinin. Cemal’in Jale’ye vurulduğunu bilirdim de, belli etmezdi. Julide’nin de Kazım’a. Devrimcilerdi ya!
Biz tiyatro oynadık amcamın avlusundaki ahşap, yarı dökük kulübede. Beyaz bir perde gerip, kulübenin lamba ışığı altında gölge oyunları izlettirdik mahallenin yaşıtlarına. Bizden büyük kuzenler fareli köşkün mum ışığında sabahladılar. Biz köyün deresine girip balçıklara bata çıka şenlendik, donlarımızı çıkarmadığımız halde çıplaklığımızı ellerimizle kapattık, onlar türkülerini söylemeye devam ettiler.
Yetmişli yıllar. Sağ-sol çatışmalarının en cavcavlı dönemleri. Gece yarıları silahların takır takır sesleri, taşlı sopalı sokak kavgaları. Bizim mahalle “kurtarılmış bölge” idi. Neredeyse mahallenin üst tarafıyla alt tarafı belirsiz bir çizgiyle bölünmüştü. Aşağıdakiler bulunduğumuz yukarı mahalleye, kuzenler ve arkadaşları da aşağı mahalleye gece baskınları düzenlerler, bazen kan revan içinde dönerlerdi. Karargah ilan edilen o fareli köşke gitmişliğim az da olsa korkmaktan kendimi alamaz, belli de etmezdim fazla. Sazların, türkülerin tınısı içinde kaybolurdum çoğu zaman.
“Muzaffer’i sıkıştırmışlar meydanda, koşun yetişin” lere, belinde silah başta babam mahallenin erkek-kadın delikanlılarıyla koşarak giderlerdi olay yerine. Birşeyler olacak diye ödüm patlar, kuzenlerle birlikte yollarını gözlerdik. Ne olur , neden olur anlamadan olayın tanıklarını şaşkınlıkla dinler, “neyse ki ciddi bir şey olmamış” lar için derin bir oh çekerdik. Çocuk yaşta yaşadıklarımız bayram heyecanının gölgesinde kalırdı çoğu zaman, bozamazdı keyfimizi.
Bir akşam üzeri nefes nefese kaçıp sığındığımız Reis’in terasında kendimi bunları düşünürken bulmuştum yıllar sonra. Karşı tarafın “Kurtarılmış Bölgesi”ne girip taşlı sopalı kovalayan bir grup arasından zorla sıyrılmıştık. Birkaç gün önce üniversitede
bir protesto yürüyüşünde yediğimiz copların tadı hala damaklarımızdaydı. Reis bana baktı, ben ona. O gür sesiyle kocaman bir kahkaha patlattı ardından.
“Birazdan çocuklar damlarlar, şu gelecek hafta sahneye koyacağımız oyun üzerinde tartışacağız” dedi Reis. Yeşil parkalarımızı çıkarıp, anımsadıkça hala içimi ısıtan sobanın önünde ellerimizi ovuşturduk. Havada kar soğuğu. Çay bardaklarımıza koyduğumuz Ihlara brendileri tokuşturup gecenin uyku tulumu sıcaklığını yüreklerimizde hissettik fareli köşkümüzde.
06/01/2011
Çandarlı