BİZİM İSKELE VE DENİZİN ÇOCUKLARI
Sakin, küçük, kendi gibi sevimli bir koyda kurulmuş bizim köy. Eski bir Rum köyü… Hepi-topu kırk hane. İklimi hoştu. İmbatı cepheden aldığından, yazın neredeyse terlemezdi insan. Ahalisi balıkçıymış eskiden çünkü azmakları verimliydi. Anaçlar yumurtalarını buraya döker, çıkan yavrular avcı balıkların giremediği sığlıklarda büyürlerdi telaşla. Sonra, kıyı kıyı denize açılırlardı büyük balık olmak için. Kendinden küçükleri yiye yiye de büyürlerdi. Denize açılan kapı, Cenevizlilerden kalma küçük iskeleydi. Bu iskelenin kara taş blokları üzerinde kaç kuşak büyümüştür bilinmez. Kim bilir kaç nesil kadın, büyük balıklar tutmak için uzaklara giden kocalarını, oğullarını, bu iskelede beklemiştir deli poyrazın savurduğu tuzlu sulara aldırmadan günlerce, hatta gecelerce. Sonra, öyle bir fırtına çıkar ki Ege’de, yer yerinden oynar. Burada yaşayanlar mübadil olup karşı yakaya giderler acıları, sevileri yanlarında, tenlerinde. Karşı yakadakiler, bu yakaya mübadil olur, aynı acıları ve sevileri geri getirir tenlerinde, yanlarında. Ama her şeye şahit olan denizin çocukları terk etmez koyu, iskeleyi; bu yüzden her şeyi bilirdi buradaki lapinalar, mığrılar, yengeçler, ispariler, melanurlar, lidakiler. Sormadan anlatırlardı dinleyenlere, hem gidenleri, hem gelenleri. Akranım bir sürü çocuk gibi denizi ve arkadaşlarımı burada tanıdım. Bu kumsallarda, bu taşların üstünde yaşadım denizi ve onun büyülü güzelliğini. Annem, o kocaman mavi suyun kenarına oturttu beni bir gün. Ilık ve berraktı. Kuşkanadı dalgalar okşadı ayaklarımı öper gibi. Hoştu. İlk adımda kıçüstü oturmuştum akan kuma. Yumuşaktı. Sonra ellerimle suya vurdum. O da yüzümü öptü… Leğendeki su gibi değildi. Dudaklarıma değenleri yaladım, tuzluydu. Denizin tuzlu olduğunu o günden beri unutmadım. Azmaklardan çıkan yavru balıklar da çocuklar da kıyıda, sığlıklarda öğrenirdi yüzmeyi, yaşamayı, sevmeyi, öldürmeyi. O zamanlar, kim olduğunu bilmeden birbirimize dokunduk. Masumduk, çünkü hepimiz çocuktuk, ahtapot, ben, arkadaşlarım ve karnı aç yavru kefaller. İskelenin boyu, karadan, denize yaklaşık kırk adımdı. Biz büyüdükçe iskelenin boyu kısaldı, suyun derinliği azaldı. Kuytularında yengeçleri, gelincikleri, lapinaları saklayan taşlardaki yosun çayırları, balerinleri kıskandırırcasına dans ederlerdi suyla. İskelenin sıcak taşlarına yüzükoyun uzanıp, saatlerce seyrederdim o raksı. Gözlerimi unuturdum yosunların yeşilinde, gelinciklerin kırmızısında. Evden kaçıp, kaybolduğumda babam nerede bulacağını bilir, gelip iskeleden toplardı beni. Okula başlamıştım ama aklım hep orda, iskeledeydi… Sonra… Günlerden bir gün… Hepimizin üstüne liman ve balıkçı barınağı yapıldı. Servet Şengul
17 Mart 2014 Pazartesi, 18:24 at 18:24
Tüm çocukların bir iskelesi vardır. Denizi görmeyenlerin bile… Ve bence onların üzerine limanlar da yapılsa, o büyümeyen çocuklar, o iskelede buluşurlar, tıpkı bizim gibi 🙂
Ceplerinde güzel hikayelerle dolaşan, bu hikayeleri sevenleri ile adil bir biçimde paylaşmaya çalışan, deniz gözlü bir çocuksunuz siz Servet Abi.
Bizimle paylaştığınız tüm güzellikler için teşekkürler 🙂
17 Mart 2014 Pazartesi, 22:26 at 22:26
Çok güzel olmuş Servet ağbi, her zamanki gibi. ikinizin de ellerine sağlık…