Dara
Güzel geçen bir gecenin ardından boğaz ağrısıyla uyanmak ne sevimsiz bir şey 🙁 Dün akşam Anna Maria Jopek’in konserinde hissettirmeye başlamıştı aslında… İlaç niyetine internetten bir parçasını seçip dinliyorum;
Boyunluğumu geçirip sıkıca giyiniyorum. Boğazımdaki mikroplara fenalık gelsin, sıcaktan bunalıp kaçsınlar istiyorum… Darmadağınık olmuş çalışma masamı toplarken Mardin’den izler buluyorum. Niyetim 3 arkadaşımın yeni çıkan kitapları üzerine bir şeyler yazmak. Ama aklım yine sıçramalarda… Sırasını bekleyen notlar gibi Dara’nın da beklemede olduğu geliyor aklıma. Açıp bir göz atıyorum. Aslında yazı hazır ve yalnızca yayınlanmayı bekliyor. Fotoğraflar?? Yutmoğraf için boyutlarını küçültmeliyim. E hadi o zaman… Jopek’in romantik ve buğulu dünyasından çıkmayı başarabilirseniz buyurun sizi bambaşka bir dünyaya, Mardin’in Dara köyüne götüreyim 🙂
* * *
Dara antik kenti oldukça geniş bir alana yayılmış. Ancak bizim gibi turistlerin gezmesi için tel çitlerle tanımlı alan, daha dar… Bununla birlikte kalıntıların daha anlamlı olan bölümü de bu alanda yer alıyor. Daha arabadan iner inmez, küçük çocuklar sarıyor etrafımızı. Bize bu antik kentle ilgili bilgi verebileceklerini söylüyorlar. Tıpkı bizim Ankara kalesinde olduğu gibi… Ben böyle yerleri tek başıma gezmeyi tercih ederim genellikle. Çok fazla konuşmak istemem. Özellikle ilgimi çeken yerlerde yalnız olduğumda daha yoğun hissederim bulunduğum yeri belki ondan. Ama ne mümkün 🙂 Dara antik kentinin biz turistlere açılan kısmı çok büyük olmadığından gezimiz çabuk sona eriyor. Bu antik kentle ilgili dafa fazla bilgi edinmek isteyen olursa;
http://www.mardinmuzesi.gov.tr/mardinmuzesi/detay.asp?id=79&kategori=KAZILAR
Hemen eski kentin karşısına konuşlanmış, köy kahvesinden hallice bir kahveye giriyoruz. Bizimkiler çay içecek, ben de kız çocuklarının bana tavsiye ettiği naneli ayrandan içeceğim… Üzerinde naneye ait hiçbir iz bulunmayan ayrandan ilk yudumu alınca nanenin hoş aroması da beraberinde geliyor. Hımmm çok lezzetli ama bu bembeyaz ayranın içinde nane nerede? Ayranı getirene soruyorum bu nane tadını nasıl verdiklerini; meğerse taze naneyi kaynatıp, onun suyuyla ayran yapıyorlarmış. Bu bol köpüklü, naneli ayrana bayıldım.
Oturduğumuz kahvenin bahçesi köy okuluna bakıyor. Her ne kadar bahçesinden inekler geçse de oldukça güzel görünen bir okul bu. Okulun bahçesinde ineklerden başka bolca çocuk var. Daha sonra adının Songül olduğunu öğrendiğim namı diğer Soni, bana 8.sınıfların sınavı olduğunu söylüyor. Köy yakın mı diyorum. Yürüyerek biraz uzak diyor. Ne kadar uzak, siz yürüyerek ne kadar zamanda gidiyorsunuz diyorum; 10-15 dakika diyor. Ekibe dönüp, köye gidelim mi diyorum, gidelim diyorlar. Kızlar önde biz arkada köye doğru yürümeye başlıyoruz. Köyde de kalıntılar ve bir de su sarnıcı varmış. Kızlar öyle diyor. E hadi gidip bakalım o zaman diyoruz. Köylüler bu sarnıca eskiden zindan diyorlarmış. Bir çok merdiven indikten sonra ulaştığımız geniş mekanda akşamki konserin hazırlıkları yapılıyor. Sarnıçtan çıktıktan sonra Marziye ve Candan kahve içmek için köy kahvesine oturuyorlar. O ilk girdiğimiz kahveden daha iptidai görünüyor. Soni bana biraz ileride de harabeler var, onları da görmek ister misin diye soruyor. İsterim diyorum. Az biraz yürüdükten sonra sol tarafımızda kalan taş köprüyü ve haraberleri gösteriyor. Beni oraya götürmek istiyor ama benim gözüm karşımıza çıkan köyde. Bense köye yöneliyorum. Başta biraz tedirgin olduğunu hissediyorum ama köye doğru yürümeye devam edip, Soni’ye ne ile geçindiklerini soruyorum. Bütün köy hayvancılıkla geçiniyormuş .Sizinde hayvanlarınız var mı, diyorum, Soni, tüm köyün başkasının hayvanlarına baktığını söylüyor. Tek kişinin mi peki tüm köyün baktığı hayvanlar, diyorum. Evet, diyor. Köylerinde ağa varmış, hayvanlar onunmuş. Soni ile yürürken karşılaştıklarımızla hep Kürtçe konuşuyorlar. Türkçe bilmiyorlarmış. Sanırım köyde çocuklar dışında Türkçe bilen az. Sanki ilk defa bir köy görüyormuş gibi hissediyorum kendimi. Songül de şaşkın, ilk defa köye gelen bir yabancı var, kimse buralara kadar gelmemişti daha önce diyor. Neden? Herkes harabeleri görüp geri mi dönüyor diye sorduğum da başıyla beni onaylıyor.
Biz tam böyle hem konuşup hem yürürken arkadan biri sesleniyor olmalı ki –Türkçe olmadığı için ben anlamıyorum- Songül bana dönüp, abla ekmek ister misin diye soruyorlar diyor. İsterim diyorum gülümseyerek. Birlikte geri dönüp bir taş ocağın başında ekmek yapan genç bir kadınla bir kız çocuğunun yanına gidiyoruz. Kadın bizim Songül’ün yengesiymiş. Ekmekten bir parça koparıp teşekkür ediyorum. Tabii burada öyle bir lokmacık ikram olmaz, koca ekmeği dürüp bir torba ile tutuşturuyorlar elime. İlk defa böyle taş bir fırında pişen ekmek yiyiyorum. Tabii Yutmi de oradan atlıyor hemen, bana yok mu diye… Yengeden izin isteyip fotoğraf çekiyoruz. Bir topak hamuru nasıl elinde evire çevire pide gibi yuvarlak ve düz hale getirdiğini, ortasına delik açtıktan sonra nasıl fırının içine yapıştırarak pişirdiğini, pişen ekmeklerin nasıl nar gibi kızardığını izliyoruz bir süre ve sonra teşekkür edip yolumuza devam ediyoruz.
Karşıma çıkan diğer köy evlerinden daha büyük ve daha geniş bir arsaya sahip olan evi gösterip, bu ağanın evi mi diyorum. Soni evet diyor. Tam o sırada evden iki kadın çıkıp yanımıza doğru geliyor ve Songül’e bir şeyler söylüyor. Tabii Kürtçe olduğu için ben yine bir şey anlamıyorum. Ama tahmin edileceği üzere beni ve nereden geldiğimi soruyorlarmış. Köyde daha fazla kalmak istiyorum ama Necla, Candan ve Marziye’yi de bekletmek istemiyorum. Üstelik elimdeki sıcacık köy ekmeği soğumadan onlar da yesinler istiyorum. Ve köyün içlerine giremeden geri dönüyoruz.
Bizimkileri köy kahvesinde otururken buluyoruz. Ekmeği diğerleri de bayıla bayıla yerken çocuklara da meyva suyu ve gazoz ikram ediyoruz. Bu arada köy kahvesine gelen biri yağmur geliyor diye haber veriyor. Paramızı ödeyip kalkıyoruz. Biz arabaya doğru yürürken yanımızdan bir taksi geçiyor. Taksiden iki adam iniyor, adamlardan biri iki köylü kız çocuğuna poz verdirip, fotoğraflarını çekiyor ve sonra binip taksiye devam ediyorlar. Şip şak… Tüm bunlar birkaç dakikanın içinde oluyor ve ben şaşkın bakakalıyorum.
Kızlar bize köy çıkışına kadar eşlik ediyorlar. Karşıdan hızla yaklaşan kara bulutlardan önce arabaya varabilmek için biz de son sürat ilerliyoruz. Bakalım kim önce arabaya varacak. Biz arabaya vardığımız anda rüzgar ve dolu ile karışık şiddetli bir yağmur da bizi kucaklıyor. Kendimizi arabaya atıp kapıları kapatmamızla birlikte yağmur ve rüzgar var gücüyle camları zorluyor. Öyle şaşkınız ki? Ne ara olup bitti bu, anlamak mümkün değil. Gidelim mi bir süre sağanağın dinmesini mi bekleyelim bilemiyoruz zira sileceklere rağmen göz gözü görmüyor. Yolun boş olacağına güvenerek çok ağır ilerliyoruz. 10-15 dakika geçiyor geçmiyor ki yağmur birden bire kesilip güneş açıyor ve gökkuşağı çıkıyor. İnanılır gibi değil. Bizim üzerimizden buldozer gibi geçen bulutları da az ilerde görüyoruz.
Mardin’e dönüşümüz çok sürmüyor. Güneşler içinde Kasımiye Medresesi’ni görmeye gidiyoruz. İşte bugünün macerası da böyle. Bunlar da fotoğrafları. Akşam mı? Bu akşamı sakin geçirmek niyetindeyiz. Makul bir akşam yemeği ve erkenden odalara çekilmece… Yarın çokça MARDİveN gezeceğiz… 🙂
05 Şubat 2014 Çarşamba, 10:15 at 10:15
Henüz kahvaltı yapamamıştım, teşekkür ederim.
05 Şubat 2014 Çarşamba, 10:20 at 10:20
bir de tereyağ varsa sofranda… of of of of
bu kahvaltı bitmez inan Berna’cım 🙂
05 Şubat 2014 Çarşamba, 11:00 at 11:00
Güzel fotolar için sağol. Dara’yı da görmek lazım demek…
05 Şubat 2014 Çarşamba, 11:01 at 11:01
çok güzel başak’cık. eline sağlık…..
05 Şubat 2014 Çarşamba, 11:05 at 11:05
Başak’cım geçmiş olsun, sıcak ekmek, tereyağ, peynir nefissss…
Fotoğraflar çok güzel eline sağlık 🙂
05 Şubat 2014 Çarşamba, 15:44 at 15:44
Mis gibi ekmek tadındaydı, eline sağlık Başakcım….
05 Şubat 2014 Çarşamba, 17:01 at 17:01
Gezdikleriniz ve gördüklerinizi yumuşacık , sıcacık ifadenizle öyle güzel dile getiriyorsunuz ki hepsini keyifle okuyorum. Sevgilerimi ve teşekkürlerimi gönderiyorum.
05 Şubat 2014 Çarşamba, 18:02 at 18:02
bizde ayranın üstüne bir kaç yaprak nane de atılıydı…bir de aynı yerde çok evcil, dışarda dolaşan ve herkesin eline konan küçük sevimi bi papağan vardı…acaba şimdi yok mu?
Dara’yı çok sevmiştim, kalıntılar çok ilginç 🙂
05 Şubat 2014 Çarşamba, 18:10 at 18:10
papağan değil ama tavuskuşu vardı 🙂
05 Şubat 2014 Çarşamba, 21:17 at 21:17
Başakcım en kısa zamanda Mardin’e gitmek istiyorum :)Öyle güzel anlatmış ve fotoğraflamışsın ki eline yüreğine sağlık…
06 Şubat 2014 Perşembe, 09:54 at 09:54
Ben bu sabah Dara’daydım…
Siz neredeydiniz?
;-))))))
Ekmek sevmem ama bu sıcacık pek güzel geldi…
06 Şubat 2014 Perşembe, 10:18 at 10:18
darası başımıza…:) sağol..
06 Şubat 2014 Perşembe, 23:56 at 23:56
Fotoğraflarınızda ışık, renk, kompozisyon harika. Daha güzeli de, doğru zamanda doğru yerde bulunarak çekim anına karar vermeniz. Naneli ayran ile taş ocak da pişen ekmeğe imrendim….. Sevgiler.
18 Şubat 2014 Salı, 14:18 at 14:18
Başak’cığım, ne güzel yazmışsın yine. Kalemine, yüreğine sağlık. Ekmeğin elimi yakan sıcaklığı, lezzeti bugün gibi aklımda.Sevgiler