Cezmi Ersöz
Merhaba Arkadaşlar,
Bu aralar Cezmi Ersöz’den gidiyorum ama bazı hikayelerinde öyle şeyler anlatıyor ki bu kadar mı olur, demek ki yalnız değilim, demeden de edemiyorum ve heyecanlanıyorum ister istemez. Bakalım bu heyecanımı sizler de paylaşabilecek misiniz?
Hikayenin başında yazar, sanatçıların ve seçkin insanların katıldığı bir partiye davet edildiğini ve bu tip partilerden hoşlanmamakla birlikte biraz zaman geçirmek ve biraz da çevrede olup bitenleri gözlemek için partiye katılmaya karar verdiğini yazar. Partiye gittiğinde etraftakileri incelerken kenarda başka birinin de onun gibi tek başına etrafı izlediğini fark eder ve hikaye bu kişi üzerine gelişir. Evet sizinle paylaşmak istediğim hikayenin giriş kısmı böyle. Cezmi Ersöz’ün Bana “Türkçe Bir Ekmek Ver” kitabında yer alan “Ağlayan Çocuk Portresi” adlı hikayesini sizler için gönderiyorum. Sözdeki biçimi kanatıp, özüne dokunabilmeniz dileği ile;
“……….
İşte toplumun en saygın, en etkili kültür ve sanat insanları bir aradaydılar. Yaza veda ediyorlardı….
Sistemi, tüketim toplumunu, paranın gücünü, kapitalizmi en çok onlar eleştiriyordu; ama ne hazin ki, bu toplumda sisteme, güce, paraya, üne en çok onlar tapıyorlardı. Başarı güçleri ve ünleri arttıkça daha acımasız ve kıyıcı oluyorlardı.
Ona baktı. Öyle saklandığı köşesinde insanları seyrediyordu. Bir içki daha aldı. Kimseyle konuşmak istemiyordu.
Ben onun gibi değilim, yeni insanlar tanımayı sohbeti severim. O çok çabuk kırılır, incinir. Günlerce unutmaz yaşadığı kırılmayı.
Oysa kırılmak bana iyi gelir. Kırılınca güzel yazılar yazarım. Kırılmak içimi aydınlatır benim. O ise içine daha çok kapanır. Çeker, uzak şehirlere gider.
O kendisini benim gibi koruyamaz. Kötülük onun bütün iç dünyasını zedeler, bozar. Ben insanların çoğunun özünde kötü ve alçak olduğunu bilirim. Kendimi hiç kaptırmam bu insanlara, bu sahte dostluk gösterilerine.
Ama o hemen inanır. Bir iki sohbetle bağlanır karşısına çıkana. İşte der, buldum, gerçek dostum bu. Başlar o insana kimselerin aklına gelmeyecek fedakarlıklar yapmaya. Sonra beklenen olur. Hiç ummadığı an, çok ağır bir darbe yer. Yere serilir. Tekrar kapanır içine. Günlerce evinden çıkmaz.
Ama artık eskisinden daha az güveniyor insanlara. Eskiden insanlara hemen inanan, hemen bağlanan yanı, yerini derin ve çıplak bir öfkeye bıraktı nicedir; ama yine de biri çıksın karşısına, kendisini inandırsın ona; hemen unutur o derin öfkesini…. Ne olacak onun hali öyle üzülüyorum ki ona bazen.
Acımasız ve saldırgan insanların, çevrelerinde müthiş bir saygınlık ve önem kazandıklarını gördü çoğu kez. Hayrete düştü. Bunca yıl tersine inanmıştı çünkü. İyi kalpli ve düşünceli olanın, anlayışlı ve merhametli olanın saygınlık ve önem kazanacağını sanıyordu.
Oysa herkesten çok kendisinin merhamete, anlaşılmaya ihtiyacı vardı. Ama bunu hiç belli etmezdi. İsterdi ki daha hiç bir şey anlatmadan karşısındaki anlasın onu. Ama hiç böyle olmazdı. İnsanlar onu çok kolay içlerine alırdı ve nasıl olduğunu anlamadan ansızın dışlayıp bırakırlardı…. Ve hep şaşardı insanların onu böylesine rahat ve hiç beklenmedik bir anda dışlamalarına ve bir daha hiç arayıp sormamalarına acıyla şaşardı…
Onu bir tek ben anlıyorum. Bir tek ben koruyorum. Ama o beni artık pek sevmiyor. Uzaklaşıyor benden, hissediyorum bunu. Beni ikiyüzlü uzlaşmacı ve yüzeysel buluyor. Hatta öfkesini benden çıkartıyor çoğu kez. Korkaksın, bencilsin diyor. İkiyüzlü ve uzlaşmacı birinin yazdığı yazılardan bana ne diyor. Uzlaşmacılık korkaklık dediği, benim hayata tutunuyor olmam aslında. İnsanlarla yüzeysel de olsa ilişkiye giriyor olmam… İkimizden birinin giderek artan öfkesi yüzünden ayakta kalmanın her geçen gün ne kadar zorlaştığını pek göremiyor…. O saflığı bulmak, bütün kötülüklerden arınmak istiyor. Kötülüğün ve bencilliğin, en küçük kasabalara bile çoktan girdiğini, yüzümüzü, o eski, o saf yüzümüzü, yeniden geriye getirmenin artık çok zor olduğunu anlatıyorum ona. Böyle zamanlarda daha da hırçınlaşıyor bana karşı….
Derken salondaki kalabalıkta bir hareketlenme oluyor ve davetin sahibi duvara, yıllar önce yoksul evlerde, kamyonların arkasında, kahvelerde sıkça görülen “ağlayan çocuk” posterini asıyor. Onu peş peşe yetmişli yılların film afişleri, eski sokak levhaları, sahaflardan toplanmış eski aşk mektupları izliyor… Salondaki insanların çoğu sahte bir heyecanla ağlayan çocuk posterini ve diğerlerini alkışlıyorlar. Aslında bütün bunlar bana çok yapay ve özenti geliyor ama pek belli etmemeye çalışıyorum. Ve bir taraftan aklım hep onda. Gece boyu saklandığı köşeden bize doğru yavaşça geliyor ve ağlayan çocuk portresinin önünde duruyor. Uzun uzun seyrediyor. Sonra duruyor insanların yüzlerini seyrediyor… Korkuyorum bir şeyler olacak sanki diye. Bir an önce onu buradan götürmeyi geçiriyorum aklımdan. Ama artık çok geç. Çünkü ansızın bütün öfkesiyle bağırıyor “ Hangi aşağılık insan astı bunu buraya?” Bir anda herkes susuyor. Ev sahibi olan gazeteci koşarak yanına geliyor “Hayrola dostum canınızı sıkan bir şey mi var?” diye soruyor.
“Buradaki her şey canımı sıkıyor. Her şey, hepiniz, ikiyüzlü sahtekarlar sizi. Ne işi var bu evde ağlayan çocuk portresinin?. Geldiğimden beri sizi seyrediyorum, hepiniz birbirinizden nefret ediyorsunuz, ama çıkarlarınız için birbirinizi seviyormuş gibi davranıyorsunuz… Bu çocuğu yıllardır siz ve sizin gibiler ağlatıyor… Siz varken bu dünyada bizim yaşama şansımız yok mu?”
Direnmesine izin vermeden ve bütün gücümü harcayarak onu dışarı çıkardım. Yolda ona sarıldım ve “öfkeni gereksiz yere ve yanlış zamanda kullanıyorsun. Hadi bir an önce gidelim buradan,” dedim.
Birden öfkesi bana döndü: “Sen de onlar gibisin. İkiyüzlü ve uzlaşmacısın. Nerede kullanacağım öfkemi söyler misin?… Ben senin gibi hesaplı kitaplı bir adam değilim tamam mı… Tabii benim yüzümden ilişkilerin bozuldu değil mi? Git hadi, beni bırak o çok kıymetli dostlarının yanına git. O aşağılık insanlarla birlikte ağlayan çocuk portresini alkışla, hadi git…
Birden sinirleri boşaldı ve bana dayanarak ağlamaya başladı. “Dayanamıyorum anlıyor musun kimseye tahammül edemiyorum. Sana da kendime de bu dünyaya da tahammül edemiyorum… Sonra kan çanağına dönmüş, o derin acılarla koyulaşmış yaşlı gözleriyle uzun uzun baktı bana…. Söylesene ne olursun, biliyorsan söylesene, nasıl yaşayacağız biz? Kötülüğe, alçaklığa, sahteliğe bulaşmadan nasıl yaşayacağız… Söylesene… En yakınım sensin. Sen bile bana öyle uzaksın ki… Söylesene çocukları ağlatmadan, umutları çalmadan…. Yoksulları ezmeden nasıl yaşayacağız?
Sonra eve götürdüm onu. Üzerindekileri çıkardım. Yatağa yavaşça yatırdım. Üzerini örttüm. Bir şeyler sayıkladı önce. Vücudundan titremeler geçti. Elini boşluğa bir şeyler tutmak istercesine uzattı. Elini tuttum. Öptüm. Sonra sızdı kaldı öylece…
Kim mi o?
Cezmi Ersöz o…
O, benim içimdeki yaralı, durmadan kanayan ve saf kalmaya çalışan çocuk….
Ben mi kimim?
Ben de Cezmi Ersöz’üm… İçimdeki bu yaralı kanayan çocuğu hayata karşı koruyup kollayan benim. O daha fazla yaralanmasın, daha fazla dışlanmasın diye hayatın bir yerinden tutmaya çalışan Cezmi Ersöz’üm…
Bu hikayenin ardından, aynı yazarın bir başka hikayesinden küçük bir paragraf geliyor aklıma;
“……… Bu ülkede insanlar niye başkaldırmıyor biliyor musun? Çünkü herkes rol yaptığını çok iyi biliyor. İnanmadığı ama inanmış gözüktüğü rollerini sürdüren ve asıl kişiliğini saklayan insanlar hiç başkaldırabilirler mi, söyler misin bana? Hiç var olmayan kişi isyan edebilir mi? Kimin için isyan edecek, gölge kişiliği için mi yoksa oyundaki rolü için mi?”