Çanakkale sokakları, bir film, bir kitap
Yağmur hiç durmadan yağıyordu ve rüzgar elimdeki şemsiyeyi parçalamayı başarmıştı. Cimriliği bırakıp, daha pahalı ama daha dayanıklı bir şemsiye edindim. Yağmura ve rüzgara rağmen dolaşmaya devam ediyordum. İskelenin solunda kalan, denize paralel sokaklardan birinde, yerde beni davet eden neşeli seramikleri takip ederken kendimi KEPENEK KEREMİK seramik atölyesinin içinde buldum.
Dükkanda ilk dikkatimi çeken, çocukken kağıttan yaptığımız kayıklar olmuştu. Gayri ihtiyari elime aldım. Ama bunlar kağıt değildi. Önce ince sactan yapılıp boyandıklarını sandım ama meğerse seramikten yapılıyorlarmış. Sonra içeriyi incelemeye başladım. Birbirinden özgün tasarımların yer aldığı bu mekan içimi heyecanlandırmıştı. Tabii en az Yutmi kadar meraklı olan kuzen de beni dürtmeye başlamıştı. Güler yüzlü genç kadın bize bu güzel şeylerin sahibinin içeride olduğunu söyledi ve Ayşe Künelgi’i çağırdı. Ayşe Künelgin Gürkan, bize atölyesini gezdirdi, tasarımlarını ve kedilerini anlatı. Kuzen de etrafta ne var ne yoksa yuttu. Bu güzel tasarımları sizlerle paylaşmak isteriz. Eğer yolunuz Çanakkale’ye düşerse, ziyaret etmenizi öneririz 🙂
http://www.kepenekkeramik.com/
Ayşe Künelgin’in dükkanından çıktığımda hala yağmur yağıyordu ve su, paçalarımdan yukarı yürümeye başlamıştı. Ayakkabılarımın su alama riskini göze alamadım. Gezerken gözüme ilişen ve o ana kadar gördüğüm en küçük ama bir o kadar da sevimli bir kafeden içeri girdim. Küçük bir Fransız kafesini andıran bu mekanda tuhaf bir ironi içine düşmüş gibiydim. Üst katın tamamen boş olması çok işime gelmişti. Arkadan, usul usul gelen ve insanı hiç rahatsız etmeyen müzik çok iyi gelmişti. Biraz kurumak, biraz okumak ve yazmak için çok uygun bir yerdi. Benden başka kimsenin olmayışından, pencerenin kenarındaki üç masaya birden yayılmıştım. Ayça’yla buluşmamıza daha iki saat vardı ve bu küçük mola bana oldukça iyi gelecekti. Hem de şu keçinin akıbetini de çok merak ediyordum.
Keçilerin kitabından daha önce bahsetmiştim. Merak eden okumuştur nasılsa, o nedenle tekrar bu kitaba dönmeyeceğim ama size başka bir kitap ve bir de filmden de söz etmek istiyorum. Bu filmi ve kitabı Çanakkale yazısı içine katmış olacağım belki ama Ankara katliamı, seçimler, Fransa katliamı, Rusya’nın düşürülen savaş uçağı filan derken Çanakkale yazılarıma çok ara verdiğimin farkındayım.
O günden bu güne de başka şeyler yaşandı tabii. Tuzgölü gezisi ve KA’da ki fotoğraf sergisi de onlardandı. Şimdi bahsedeceğim kitap ve film de bu süre zarfında beni etkileyen şeylerden…
Önce kitaptan bahsedeyim biraz;
Necla Hanımın bana “bunu seveceğini düşünüyorum” diye armağan ettiği kitap, Onun beni ne kadar iyi tanıdığının bir kanıtıydı. Kitabın derinliği ve nasıl bir yüzleşme kitabı olduğu, yazar Gündüz Vassaf’ın kendini anlattığı “Ben” adlı bölümden anlaşılıyordu;
“Yatılı okula gittikten bir kaç ay sonra kedimin öldüğünü öğrenince anladım yalnızlıktan, sevgisizlikten ölünebileceğini.” diyordu Vassaf ve kapatılan Eskişehir cezaevi ile ilgili olarak eğer ona sorulacak olursa “içi boydan boya aynalarla donatılmış bir müze olsun” diyeceğini yazıyordu kendinden bahsederken. Bu girişle beni yakalamıştı zaten ve sayfalar arasında ilerlerken de beni yakalamaya devam edecekti. Beni etkileyen bir kaç paragrafı paylaşayım, okumak isteyip istemeyeceğinize siz karar verin 🙂
“Sözcük Mahpusları” Bölümünden;
“Çocuk, doğduğu andan itibaren, düzenin dilini kullanmakta ne kadar eğitilirse, yaşamla olan ilişkisinde kendisini kıskıvrak bağlayacak bir “deli gömleği” sırtına o ölçüde yapışacak demektir.”
“ İnsanı şaşırtan, hayrete düşüren, tedirgin eden şey sessizliktir. Düzenlenmemiş olan şey, sessizliktir. Tehlikeli ve bilinmeyen olasılıklar vaat eden şey, yine sessizliktir.
… Sessizlik sözlerin yokluğu demek değildir. Doldurulması gereken bir boşluk değildir o.”
“Dünyayı sözcüklerle tutsak ettik. Bu süreçte biz de kendi sözcüklerimizin tutsağı olduk.”
“Müjde Çocuğumuz Oldu” bölümünden;
Neden çocuk sahibi oluyoruz diyor yazar ve devam ediyor;
“ Çocuk sahibi olmamızın bir çok sebebi var, ama bu nedenlerin içinde çocuğun kendisi en son geliyor. Peki neden çocuk yaparız? Sırf çocuk istediği için bu işe kalkışanımız pek enderdir. Çocuğu kendi geleceğimizin düşlerinin bir parçası olarak istiyoruz. Bir çocuk sahibi olmadıkça insan kendini eksik hissediyor. Çocuk yapmak istiyoruz çünkü; Ana babalarımız bizden torun bekliyor da ondan. Servetimiz başkalarının eline geçmesin istiyoruz. Eşimiz bizi bırakıp gitmesin diye çocuk yapıyoruz. Birbirimize olan aşkımızı “ispatlamak” için çocuk yapıyoruz. Ve tabii, bizi seven biri olsun diye çocuk yapıyoruz.”
Pek de hoşunuza gitmeyebilecek bu yüzleşmeleri kaldırabilecekseniz, okumanızı tavsiye derim. 🙂
Film ise “Söz” (the promise) bir Jean-Pierre ve Luc Dardenne filmi. Erol Abi’nin önerisi ile izlediğim bu filmin konusu şöyle;
Babasının bilinçsizce yönlendirmeleri yüzünden 15 yaşındaki Igor, yavaş yavaş suç dünyasına bulaşır. Her şey kaçak çalıştıkları bir evde basılmaları sonucu, babasına çalışan Hamidou’nun ölmesiyle sarpa sarar. Igor, babasına sadakati ve Hamidou’ya verdiği sözünü tutmak arasında gidip gelmektedir. Babasının iyi niyetini sorgulamaya başladıkça ona duyduğu sevgi ile kendisini rahat bırakmayan vicdanı arasında bir seçim yapmak zorunda kalır.
Erol Abi’ye bu güzel filmi bizimle buluşturduğu için teşekkür ediyorum. Bu sarsıcı filmi izlemeyen varsa izlemelerini öneririm. Herkesin kendi içinde başka başka duygularla izleyeceği bu film hakkında bir yorum yapmak istemiyorum. Nedenini izleyince anlayacağınızı düşünüyorum.
09 Aralık 2015 Çarşamba, 07:00 at 07:00
Eserlerin arasında bir cümlecik gördüm; “I belong to the world!”… Ben de mu öyleyim, ne!!!
Dünya benim, ben dünyanın…
Umurumda mı sanıyorsun
Hakkımda düşündüklerin?
Umurumda mı sanıyorsun
Yargıların, suçlamaların?
Nereden buluyorsun
özgürlüğümü kısıtlama hakkını…
Varokdukça
Engin deniz
Mavi gökyüzü
Yüce dağlar
Vurabilir miain
Bana zincirlerini…
Öylesine içimden geldi işte…:-)))
10 Aralık 2015 Perşembe, 00:01 at 00:01
EY ÖZGÜRLÜK !!! :)))
12 Aralık 2015 Cumartesi, 15:52 at 15:52
Başak’cığım, Keramik Atölyesi harika bir yermiş. Yutmi’nin ve kuzeninin çektiği fotoğraflar da bir o kadar güzel. Gündüz Vassaf’ın Cehenneme Övgü’sü yıllar önce beni epey etkilemişti. Okumamış olanlara tavsiye ederim. Filmi de merak ettim. İlk fırsatta izleyeceğim. Sevgiler. 🙂
27 Aralık 2015 Pazar, 01:25 at 01:25
Film izleneli,kitabı kesin okumalıyım…Çünkü bahsedilen şehir bir gün bu gri şehirden kaçıp,kalanı yaşamayı düşlediğim şehir…Bu şehri konu eden Sevgili Yutminin diğer önerileride dikkate alınmalı,herzamanki gibi:))
12 Şubat 2016 Cuma, 14:56 at 14:56
Kitabı okuyacağım ve filmi izleyeveğim mutlaka. Kulaklarını çınlatacağım:))Teşekkürler