Çamlıdere’nin Turuncu Tavşanı
Sonbahar için yapışmış güzel bir beste… Dinlemek için tıklayın; Sonbahar
Hava puslu, soğuk
Kırlar koyu, kırmızı
Saman sarısı, ölü yeşil
Kış gelmek üzere oysaki gönül
Kışa girmeye hazır değil
Nazım Hikmet
Sabah 6:30’da Yutmoğraf’ın sesiyle uyandım; “Başak çabuk kalk !” . Salondan var gücüyle bana bağırıyordu. Uyku sersemi kendimi salona attım. “Ne oluyor, niye bağırıyorsun?” diye sordum Yutmoğraf’a, bana salonun balkon kapısını göstererek “Hemen balkona çıkmam lazım”dedi. Gün doğuyordu ve güneş gökyüzünü kaplamış bulutları kızıla boyamıştı. Manzara gerçekten çok hoştu. Yataktan alelacele fırladığım için ayaklarım yalınayak olmasına rağmen Yutmoğraf’ı da kaptığım gibi kendimi balkona attım. Bizimkine güzel bir pazar kahvaltısı yaptırdıktan sonra Çamlıdere yürüyüşü için hazırlanmaya başladım. Yağmur yağma ihtimali yüksekti. Yutmoğraf’a “bak yağmur yağma ihtimali yüksek, gelmek istediğinden emin misin?” diye sordum. “Tabii ki geleceğim” dedi ve devam etti “ama housing’i de götürelim.” Geçen seneki yürüyüşte Ayça’yı housing’in içinden yutmuş ve ortaya çıkan sonuçtan çok memnun kalmıştı. Yağmur yağarsa yine öyle görüntüler yutacağını düşünüp heyecanlanıyor, bana neler yapmam gerektiğini anlatıp duruyordu. Yağmur damlarının olduğu fotoğraflar çekecekmişiz. Hadi bakalım dedim, yine yeni şeyler deneyeceğiz anlaşılan…
Kütüphane’nin önünde Gülşen’le karşılaştık. Her zamanki gibi 7:40’da aracımıza bindik. Kızılcıhamam’daki çay-çorba molasından sonra Çamlıdere’de yürüyüşe başlayacağımız noktaya geldik. Yağmur, biz daha Kızılcıhamam’a varmadan hafif hafif atıştırmaya başlamıştı bile. Bizimki bunu görünce derhal housing’inin içine geçip oturdu. Bu gezinin katılımcıları pek renkliydi. Mısır’lı, Hollandalı, Belçikalı ve Alman konuklarımız vardı. Ayrıca DASK’ın kurucularından Necmettin Külahçı’da aramızdaydı. DASK, Doğa Araştırmaları Sporları ve Kurtarma Derneği’nin kısa adı. Bu dernekle ilgili detaylı bilgileri http://www.dask.org.tr/ adresinde bulabilirsiniz.
Yürüyüşün ilk bölümü yeşil çam ormanları arasında geçti. Yolda karşımıza çıkan ilk çeşmede su içip, yolumuza devam ettiğimiz sırada, arkamıza takılıp gelen turuncu bir tavşan gördük. Bu tavşan tüm yol boyunca peşimizden ayrılmadı. İşin ilginç tarafı yağmur hızlandıkça tavşanın turuncu rengi kırmızıya döndü. Ajan Jak bu tavşandan çok fena halde şüphelendi. Zaman zaman onu yakalamak için çeşitli girişimlerde bulunduysa da başarıya ulaşamadı. Tepelere tırmandı olmadı, peşinden koştu olmadı, hatta bir ara yolda buluğu topla tavşanı kandırmaya çalıştı ama yine başaramadı.
Öğle yemeği için mola verdiğimiz yerde ağaçlar yavaş yavaş sarı ve kırmızı kostümlerini giyinmeye başlamışlardı. Yaban domuzlarının banyo yaptıkları çamur birikintisinden geçip, onların uyudukları alandan geçtik. Yaban domuzları uyurken o kadar derin uyuyor ve öyle çok horluyorlardı ki bizi farketmediler bile. İyiki de farketmediler çünkü domuzların uyuduğu bölge alıç ormanıydı ve kızarmış en lezzetli alıçlara ulaşabilmek için domuzların arasından geçmek zorundaydık. Hatta İlhan bana vermek üzere elma büyüklüğünde bir alıça uzanabilmek için bir domuzun üzerine basmak zorunda kaldı ama neyse ki hayvanı uyandırmadan alıçı kopartmayı başardı.
Öğle yemeğinden sonra yürüdüğümüz patikalar gittikçe sarardı, kızardı ve bize görsel bir ziyafet sundu. Yutmoğraf’ım beni oradan oraya koşturuyor, her açıdan bir şeyler yutmaya çalışıyordu. Tabii en büyük derdi yağmur damlacıklı görüntüler yutabilmekti ama bir iki kareden başka pek başarılı olduğunu söyleyemeyeceğim. Buna çok bozuldu ama Necmettin Bey’le kendisini teselli ettik. Necmettin Bey Yutmoğraf’a ne zaman isterse kendisine yardım edebileceğini söylediğinde Yutmoğraf’ın nasıl sevindiğini size anlatamam.
Yutmoğraf bu gezide daha çok yabancı konuklarını yuttu ki Türkiye’den güzel anılarla ayrılabilsinler diye…
Aaa az kalsın unutuyordum. Bir de akbaba maceramız oldu. Yürüyüş güzergahımız üzerinde bir de akbaba gözetleme kulübesi vardı. Kulübeye vardığımızda Gökhan dürbünle akbabaların yuvalarına baktı ki bir de ne görsün, akbabalar ellerinde çatal bıçaklarla bizi beklemiyorlar mı… Ajan Jak’ın karsı Tea kulübenin arkasına saklanarak uzaktan olup biteni anlamaya çalışıyordu. Marc ise olanca gücüyle bağırarak onları korkutmaya çalışıyordu… Neyse ki akbabalara yem olmadan o bölgeden de kurtulmayı başardık.
Yürüyüşün sonunda vardığımız Çengeller Köy’ü ise gerçekten güzel bir son nokta oldu. Öyle güzel bir köy yolundan yürüdük ki, bir tarafında ceviz bir tarafında elma ağaçları vardı. Ceviz topladık, elma yedik… Bu yol, ağaç dallarından yapılmış çitleriyle, sararmış ağaçlarıyla, kırmızı elmalarıyla o kadar güzel bir görüntü veriyordu ki ben hiç bitmesin istedim. Ama yolun sonuna gelmiştik artık. Bir pazar yürüyüşü daha göz açıp kapayıncaya kadar sona ermişti. Fakat ben öyle çok koşturmuştum ki ayaklarım bedenimi taşımakta zorlanıyordu. Ama olsun, yine böyle güzel bir patikada yürüyelim, ben yine koşarım 🙂
10 Ekim 2011 Pazartesi, 10:58 at 10:58
Başak’cım teşekkürler adeta seninle orada yürümüş gibiyim. Ve bu duyguyu tatmayalı çok oldu. Ama bir gün bir yerde beraber yürüyeceğiz. Bunu organize edeceğim. Hep aklımda.
Sevgilerimle nice keyifli günler diliyorum.
10 Ekim 2011 Pazartesi, 11:25 at 11:25
Sevgili Başak,
gezimizi annem sorduğunda kısaca, “çok keyifli ve yağmurluydu” dedim. ve bitti. ama şimdi senin yazını okuyunca evet bende anneme gezimizi böyle anlatmalıyım diye düşündüm. Muhteşem yazın ve fotoğrafların için çok teşekkürler. Yüreğine sağlık !
10 Ekim 2011 Pazartesi, 22:12 at 22:12
Başak, herşeyi o kadar güzel anlatmışsın ki .. o güne tekrar döndüm ve aynı yolları ; daha bir zevkle yürüdüm.. ve ağacından kopararak yediğimiz alıcın tadını duyumsadım .. teşekkürler.
12 Ekim 2011 Çarşamba, 19:07 at 19:07
Teşekkürler Başak, makalen harika olmuş, saglıcakla 🙂