Bu su hiç durmaz
Bugün Yaşlı Dağ Machu Picchu’ya doğru yola çıkıcağız. Bir yeri görmek kadar, yolculuk sırasında gördüklerim ve hissettiklerim de bazen en az o yer kadar ve hatta şimdi olduğu gibi ondan daha fazla etkiler. Machu Picchu’ya gitmek, Ankara’dan Peru’ya gitmekten çok daha uzun ve sarsıcı oldu benim için.
* * *
Emine de benim gibi erkenci olduğu için saat 6:30’da kahvaltımızı da etmiş, hazır ve nazırdık. Aracımızın hareketine daha bir saat olduğundan, son kez bu güzel şehrin sokaklarında dolaşalım dedik. Aklımın ve gönlümün kaldığı Cusco şehri, İnka dilinde “göbek bağı” anlamına geliyormuş. Dilerim benim de burası ile bir göbek bağım oluşmuştur ve bir kere daha gelirim. Ara sokaklardan biri bizi bu şehirdeki meydanlardan birine çıkardı; Plaza de Armas. Fışkiyesi olan bu meydana baktım ve Türkiye’nin başkenti Ankara’daki ana meydanları geçirdim aklımdan; Kızılay meydanı, Sıhhiye meydanı, Tandoğan meydanı, Ulus meydanı…(not: bu meydan fotoğraflarından hiç biri Yutmi Cunyır’a ait değildir, hepsini internetten bulduk)
Yerleşik, kentsel yaşamla başlayan, kent sakinlerinin dini, siyasi, kültürel ve ticari nedenlerle bir araya gelmelerini sağlayan kent meydanları, geçmişten günümüze agora, forum, plaza, campo, piaza, grand place gibi değişik şekillerde adlandırılmıştır. Günümüze ait bu fotoğraflara bakarak, Plaza de Almas ile bizim meydanlarımız arasındaki 7 farkı bulunuz. 🙂
Cusco’nun bu ana meydanına bakan Katedral’inden, müzik sesi geliyordu. Sabahın yedisinde ne ola ki bu diye Emine ile ikimiz Katedral’e yöneldik. Evet yanlış duymadınız müzik dedim. Katedral’den gelmesi beklenen ses ayin müziğidir değil mi? Kapıdaki görevli içeri girmemizi engelledi. Turistler daha sonra girebilirmiş. E peki ne yapılım deyip geri dönmek üzereyken hiç de İnkalıya benzemeyen sarışın ve gayet Avrupai görünümlü bir kadın içeri girdi. Ben durur muyum hemen sordum o niye girdi o zaman diye. Meğerse görevli Yutmi Cunyır’dan dolayı bizi içeri sokmuyormuş. Ben de Cunyır’ı polarımın içine soktum ve “fotoğraf çekmeyeceğim, yalnızca müziği dinlemek istiyoruz” dedim. Görevli iyi geçin dedi ve biz de Katedral’e girdik.
Bu bildiğimiz bir pazar ayininden başka bir şey değildi. Yalnızca müzik latin müziği gibiydi, kilise müziğine hiç benzemiyordu. Neredeyse müzik eşliğinde dansedeceğiz, o kadar… Şimdiye kadar gördüklerim arasında bu Katedral’deki en değişik şey; zenci İsa’nın heykeliydi. Bu bölüm özel olarak İnkalılar için yapılmış ve İspanyollar zamanında İnkalılar yanız burada ibadet edebiliyorlarmış. Onların İsası siyahi imiş…
Katedral’in içindeki sıralarda oturmuş, İsa heykelinin önünde diz çökmüş insanlar vardı. Ben müziği dinleyip onları izlerken, onlar hangi duygular içindeydi kim bilir. Yürekten ibadet eden insanlar beni her zaman etkilemiştir. Bazen yüzlerindeki ifade, bazen ellerini kavuşturmuş, gözlerini kapatmış, diz çökmüş halleri, bazen avuç açmaları göğe doğru… Çoğu dua ediyor olmalı. Neden? Acaba bir derdi mi var? Bir hastası ya da özlemi belki… Canı yanıyor ve yaratandan yardım mı istiyor? Yoksa teşekkür mü ediyor yalnızca? Bazen bir şeyler geçer onlardan bana, tarif de edemem, boğazım düğümlenir, gözlerim dolar, ne oluyor şimdi derim… Hele ortamda bir de müzik varsa, sanki o müzik bir kanal açar onların yüreği ile benim aramda acayip bir şey yaşarım. Usulca dolaşırım böyle mekanlarda, küçük ve yavaş adımlarla ve olabildiğince kenardan. Telefonum mutlaka sessizdedir. Tıpkı Maximo Laura müzesinde dolaştığım ve hissettiğim gibi. Bununla ilgili yazmaya devam etmek istiyorum aslında ve yazdım da… Ama çok hassas ve derin konular bunlar. Sığdan bakıldığında yanlış veya eksik anlaşılmaya çok müsait. Ve bence çok da kişiye özel ve kişi özelinde yaşanması gereken konular. En iyisi mi kimseyi dekoya sokmadan teknemize dönelim biz. 😉
Otele vardığımızda herkes hazır, lobide bekliyor. Biz de otelden ayrılmadan önce son kez coco çayımızı içiyoruz. Bu otel de Cusco gibi özel bir otel. Herşeyden önce benim hayran olduğum mimar Gaudi’den esinlenilerek yapılmış. Tabii Gaudi’nin eseleri yanında bu fazla çakma kalıyor ama olsun, mimarının Gaudi’den etkilenmiş olması bile o yeri benim için özel kılıyor 🙂
Otobüse binip Machu Picchu treninin olduğu kasabaya doğru hareket ediyoruz. Ama yine Öğretmen eylemi nedeniyle yollar kesilmiş. Bunu “En uzun yolculuk” başlıklı bölümde yazmıştım yeniden tekrarlamayacağım. Orada da yazdığım gibi polislerin eylemcilerle yaptığı anlaşma sonucu bir saatlik bir beklemeden sonra yolumuza devam ediyoruz. Pisac pazarını geziyoruz. Bir saat kadar kalıyoruz ki asla ve asla yetmiyor. Oradan Ollantaytambo köyünü ziyaret ediyor, İnkaların sokaklarında dolaşıyoruz. Bu yerleşim yerinin özelliği; yolların ve binaların taş, sokaklarınsa çok dar olması. Pazarda satılanları Peru foto galerisinde sergilemiştim, onun için şimdi de bu bölgedeki daha farklı renklere bakabiliriz.
Ve sonunda bu gezinin en önemli yerine, Machu Picchu’ya ulaşmamıza bir gün kaldı. Tren, Ollantaytambo’ya 5-10 dk uzaklıkta. Trenle önce Aguas Calientes adlı kasabaya gideceğiz, oradan da ertesi sabah erken saatlerde Machu Picchu’ya giden otobüslere bineceğiz. Ve işte sonunda trendeyiz. Sanırım bu hayatımda bindiğim en pahalı tren. Ama kahve ve çikolata ikramı var :)) Machu Picchu treninin en keyifli yanı tepede de pencerelerinin oluşu. Bu da Cunyır’ı oyalamak için iyi tabii. Ayrıca bizim bacaksız trendeki görselleri kullanarak küçük fotoğraf oyunları da yapmış. O da kendi kendine eğlenmesini seviyor benim gibi. :)) Anlayacağınız iki saat sıkılmadan yolculuk ettik. Güzel bir doğanın içinden geçerek, hava karardığında Aguas Calientes’e varıyoruz.
Sinan’ın sürprizlerinden biri de bizi bu kasabanın en şık otelinde konaklatması oluyor. Otele giden köprünün sağındaki oldukça yüksek ve bir duvar kadar dik tepe, gecenin karanlığında ayrı, gündüz ayrı etkiliyor hepimizi. Doğanın mucizeler yarattığı yerlerden birine geldiniz der gibi dikilmiş duruyor karşımızda. Hani fotoğrafı demeyin çünkü böyle bir şeyi ne Yutmi, ne Cunyır yutabilir. Ama biz biliyoruz ki yarın, doğanın olduğu kadar, insanoğlunun da mucizeler yarattığı bir yeri göreceğiz.
Konakladığı yeri çok önemseyen biri değilimdir. Olabildiğince temiz olsun bana yeter. Hindistan’da kaldığım yerler gözönüne alınırsa bu konuda iyi bir sınav verdiğimi düşünüyorum. Bununla birlikte beş yıldızlı şık otel kültürüm de pek gelişmediğinden, arada bir böyle hoş birşeye denk geldiğimde de “e ama bu da pek şıkmış” diyorum ister istemez. Bunu, Ha Long Bay ve Raja Ampat’daki tekne kamaralarında da söylemiştim, bir de burada kaldığımız otel odasında söyledim. Mimarisi, dekorasyonu sade ama çok özel ve otantik detaylar içeriyordu.
Tam istasyonun dibinde yer alan bu otelin restoranına gitmek için önce bir köprü, sonra da tren raylarının üzerinden geçiyorsunuz. Restoranın her iki yanından da Machu Picchu’ya giden trenler geçiyor. Sanırım akşam yemeği saatlerini tren saatlerine göre ayarlıyorlar. Ve galiba orası bir tek akşam yemeğide hizmet veriyor. Ne ilginç değil mi? Çünkü biz orada yemek yerken hiç tren geçti mi, hatırlamıyorum bile… Bu restoranda yemek yerken aklıma kim geldi bilin bakalım? İki tren yolu arasında kalmış bir restoranda yemek yerken gayri ihtiyari içimden şunu geçirdim; Allah’ın Peru’lusu koskoca tren yolu arasına restoran yapmış, benim Milli Kütüphane karşısında, İnönü Bulvarı’ndaki refuja yaptığım güzelim kamu pazarına laf ediyorlar, der mi ki acaba birileri? :))
Gece çok geç olmadan yattık. Kahvaltıya indiğimizde henüz gün doğmamıştı. Sabah 7:30’da Machu Picchu’ya çıkan otobüse bineceğiz. Sanırım bu gezi boyunca en geç kalkış saatimiz 7 idi. Bizim otobüse biniş saatimiz 7:30 gibi planlandı ama daha önce Machu Picchu’yu gören bir arkadaşım bana sabah 4-5 gibi kalkan ilk otobüse binmemizi ve gün doğumunu orada izlememizi, önermişti, üstelik o saatler daha tenha olduğundan daha etkileyici oluyormuş, biz bunu yapamadık. Eğer bir gün oralara gidecek olan olursa, bu bilgiyi aktarmış olayım. Sabah uykunuzdan biraz daha feragat edip, ilk otobüse binmeye bakın 😉
Kahvaltıdan sonra Machu Picchu’ya giden otobüslerin kalktığı yere yürüdük. Yoldaki çöp kutuları ve çiçeklikler Cunyır’ın ilgisini çekti. Sabahın o saatinde, otobüs kuyruğunu görünce arkadaşımın ne demek istediğini anladım. Otobüs kuyruğunda beklerken yolun karşı tarafından akan nehrin kenarındaki duvar gözüme ilişti. Bu noktanın güzel bir haritasını buldum, buna bakarsanız belki fotoğraflar daha iyi oturabilir yerine. Ve bahsettiğim duvarın yerini de buradan görebilirsiniz. Ana nehrin bir kolu olan, haritaya bakıldığında üsten gelip bağlanan küçük nehirden bahsediyorum.
Ne diyordum; nehrin kenarındaki duvardan bahsediyordum. Duvarın üzerindeki kabartmalar sonradan mı yapılmış, yoksa o dönemden mi kalmış bilmiyorum. Öncesini sonrasını bilmiyorum ama bu görüntü ve akan nehir beni bir şarkının ve bir yaşanmışlığın içine sürükledi. Bir süre öylece bakakaldım. Akan nehirin suları hiç yükselmiyor mu? Bu taşlar hiç aşınmıyor mu? Bu izler hiç silinmiyor mu? Bu su hiç durmuyor mu?
Bakın yine Machu Picchu’ya varamadık. Hadi şu şarkıyı dinleyip, biraz mola verelim; bir sonraki bölümde tırmanacak merdivenlerimiz olacak.
30 Temmuz 2017 Pazar, 22:37 at 22:37
Basak cik artik su Machu Picchu’ya az sonra az sonra diyerek bizi oyaliyorsun. Gerci hosumuza da gidiyor ama onun bir 2000 basamak inisi de var. O nolcek!
31 Temmuz 2017 Pazartesi, 00:42 at 00:42
Sevdim bu uyku öncesi masal gibi yazını?❤️
31 Temmuz 2017 Pazartesi, 10:02 at 10:02
tabi canım daha 2000 basamak ineceğiz birlikte:) çok güzel anlatıyorsun sen yine de adım adım anlat tatlım.
31 Temmuz 2017 Pazartesi, 10:42 at 10:42
:))) Tamam. Zaten hızlı hareket edemem, yüksekliğe bağlı aritmi oluyor bende.
03 Ağustos 2017 Perşembe, 15:12 at 15:12
Bende de buna benzer bir çöp kovası var 🙂
21 Mart 2018 Çarşamba, 10:54 at 10:54
Gördüğüm için hep şükrettiğim yerlerden biri:)) Senin yazdıklarını okurken heyecanlanıyorum:)