Bu benim dünyam…
Bir gün önce katalogda resmini gördüğüm eve kavuşabilme hayali ile tam 3 saat erken gelmiştim. Kendimi oyalamak, kafamı başka bir konuya yönlendirmek için bir kahve sipariş ettim ve elimdeki gazeteye göz gezdirmeye başladım. Ama yalnızca göz gezdiriyordum. Tüm algılarım açıktı. Hareket var mı diye arada bir etrafıma bakıyordum. Kulaklarım da iş başındaydı. İster istemez-demeyeceğim resmen isteyerek- yan masada oturan çifte kulak misafiri oldum. 30’lu bilemedim 40’lı yaşlarda olmalıydılar. Kadın sakin ama ısrarcı bir sesle bahçe içinde bir evde oturmak istediğini söylüyordu. Adam da sakince gülerek bunu on yıl sonraya bırakmayı, onun yerine -henüz gençken- seyahat etmeyi öneriyordu karısına. Zaten sahip oldukları bir evleri vardı. Ama bahçe içinde bir ev için borca girerlerse dünyayı gezemeyecekler, yaşları ilerlediğinde ise bugünkü enerjileri kalmayacaktı. Böyle söylüyordu adam. Bir süre sonra kadının sesi titremeye ve gözlerinden yaşlar gelmeye başlayınca adam oturduğu koltuğa iyice gömülerek aşağı doğru kaykıldı, yüzü asıldı. Artık yalnızca kadın konuşuyordu. Adam konuşmadan boşluğa bakıyordu. Çarşı içi sakin olduğu için konuşulanların bir kısmını duyabiliyordum ama konuşmanın sonu nereye vardı duyamadan kalktılar.
Salona giden hol giderek hareketleniyordu. Ben de hesabı ödeyip kalktım. Salonun önünde Bülent Hoca ve Eşi ile karşılaştığımda daha da şaşkındım. Beklediğimden fazla insan vardı ve insanların birbirlerini selamlamasından bu buluşmanın ilk kez yaşanmadığı anlaşılıyordu. Herkes birbirine takılıyordu; “bu sefer çok çalıştım, hazırlıklıyım”. Bu beni biraz gerdi. Ya benim almak istediğim evi başkaları da beğendiyse… ??? Evimin önünde durup bakanları izlemeye başladım. Yüzlerindeki ifadeleri yakalamaya çalışıyordum. Bir poker masasında gibiydim. Güle oynaya gelmiştim ama artık içimdeki mutluluk heyecanının yerini tarifsiz bir gerginlik almıştı. Ben böyle bir kalabalık beklemediğim gibi, benim almayı hayal ettiğim eve başka talip olabileceğini de hiç hesaba katmamıştı. Üstelik açık arttırma ile satılacaktı.
Açık arttırmanın yapıldığı semti ve gelenleri düşündükçe gerginliğim daha da artıyordu. Maddi olarak onlarla yarışmam mümkün değildi. Birkaç dakika önce yanımda, bahçe içinde bir ev istediği için ağlayan kadın geldi aklıma. Ben de heyecandan ağlamaktan korktum bir an. Canım alt tarafı bir ev diye kendimi avutmaya çalışıyordum ama kesinlikle avunmuyordum. Çünkü alt tarafı bir ev değildi o, o benim dünyamdı… Bunaldıkça sığınacağım, terasında sırt üstü yatıp dolunayı seyredeceğim, yıldızlarda küçük prensi arayacağım, küçücük taş şöminesinin karşısında sabahlara kadar müzik dinleyeceğim bir dünya… Ama elektrik yok ki bu evde. Mp3’üme en sevdiklerimi doldurup yanıma alsam…??? O kadar olsun artık. Hem sora kitaplarımı da almak isterim. Yutmoğrafımı da… Ama çektiklerim, yazdıklarım…??? Uf kafam karıştı. Biraz elektrik olsa iyi olur sanki… Yine de çok fazla şey olmamalı. Bir yer yatağı, bir küçük ocak. Ona da gerek yok aslında şöminenin bir kısmını pişirmek için düzenleyebilirim. Kuşlarla birlikte uyanıp, sincaplarla paylaşacağım ama herkese açık, kapısı olmayan bir dünya…
Ben böyle hayallere dalmışken açık arttırma başladı. Hayatımda ilk defa bir açık arttırmaya katılacağım. Elime bir bayrak tutuşturdular. Numaram 102. Arttırımı yöneten, fiyatı arttırdıkça almak istiyorsan bayrağı kaldırman lazım. Bayrağı bez bayrak filan diye düşünmeyin. Beyaz mika ekmek tahtası gibi bir şey. Ekmek tahtasından daha küçük. Benim ev -daha şimdiden benim demeye başladım bu nasıl bir hırs?- 113. sırada. Satış ilerledikçe heyecanım artıyor, ter basıyor ve nefes almakta zorlanıyorum. Elimdeki bayrağı yelpaze niyetine sallayıp biraz rahatlasam keşke ama ya yanlış anlaşılır da başka bir şey üzerime kalıverirse diye yapmıyorum. Zaman geçmek bilmiyor. Bir daha asla diyorum kendime, bir daha asla böyle bir yere gelmem. Açık arttırma işinden hiç ama hiç hoşlanmıyorum. Tek istediğim şu evi alıp gitmek.
Yanımda oturan ve daha önce hiç görmediğim hanımla bey, halime acımış olmalı ki bana “siz hangisini istiyorsunuz bari biz talip olmayalım ona” diyorlar. Elimdeki katalogdan beğendiğim evi gösteriyorum. “Onun taliplisi çok olabilir” diyorlar, benim içim daha da daralıyor. Benim kadar heyecanlanan bir kişi daha görsem salonda bu ev için, hemen çekip gideceğim. Düşünsenize bir başkasının daha “bu benim dünyam” dediği bir ev için güçler savaşına gireceksiniz. Kimin parası çoksa o alacak. KORKUNÇ BİR DUYGU! Neyse ki salonda öyle biri yok.
Yanımdaki hanım, 3 tane sonra sizinki geliyor dediğinde artık nefes alıp almadığımdan bile emin değildim. En sonunda beklenen an geldi ve ilk gördüğümde bayıldığım bu evin açık arttırması başladı. Açık arttırma jet hızıyla ilerliyordu ve sanki gözlerim görmez, kulaklarım duymaz olmuştu. Son duyduğum sesle kendime geldim; müzayedeyi yöneten bey “satıyorum saaaaat….” derken bayrağımı kaldırdım. Gözlüklü, bıyıklı, şişman adam, inanamaz gözlerle bana baktı -en arka sırada oturuyordum- “emin misin delikanlı?” diye sordu. O kadar heyecanlıydım ki yanıt bile veremedim, yalnızca elimdeki bayrağı salladığımı hatırlıyorum. Sonrası yok… Bülent hoca “hadi geçmiş olsun ev senin” dediğinde ağlamamak için kendimi zor tuttum. Çok yorgun hissediyordum, sanırım biraz tansiyonum düşmüştü. Ama içimde Selim Güventürk’ün kelebekleri uçuşuyordu. Bir an önce evimi alıp gitmek istiyordum. Çünkü o gece dolunay vardı 🙂
SELİM GÜVENTÜRK
1951 yılında Ankara’da doğdu. Güventürk, 1978 yılında ağaç maketleri ve heykelleri üzerinde çalışırken, sonradan özgün bir yağlı boya tekniğine dönüşecek olan çalışmaların ilk adımlarını keşfetti. Maket ve heykelleri elleri ile boyarken keşfettiği bu tekniği yıllar içinde geliştirerek kendine has, gerçekten özgün bir hale dönüştürdü. 1979 yılından bu yana yağlı boya resim çalışmalarını uyguladığı bu teknik içinde sürdürmektedir.
Fırça ve spatul kullanılmayı gerektirmeyen bu özgün teknik, sanatçının sürekli yeni buluşlarına ve uygulamalarına olanak tanıması nedeniyle de her yıl daha gelişmiş yapıtların ortaya çıkmasını sağlamıştır. Güventürk, söz konusu çalışmalarını yapıtlar belirli aşamalara geldikçe sergilemekte, sürekli gelişen tekniğin son görüntülerini sanatseverler ile paylaşmaktadır. Bugüne kadar üretmiş olduğu 2000 civarında eser sanatseverlerin beğenilerini kazanmış ve gerçek sahiplerini bulmuştur.
Sanatçı eserlerinde doğayı, insan davranışlarını, sevgiyi ve özgürlüğü, kısaca tüm insanların özlediği, hissettiği duyguları ya da beklentilerini tuvaline aktarmaktadır. Kolay anlaşılabilir olabildiğince sıcak ve ruh taşıyan resimler üretmek için yıllarca emek vermiş ve aynı özgün tekniği gibi çok özel tarzını da oluşturmuştur.
Selim Güventürk seyredilmek için aranan resimleri üretmeyi başarmıştır. Çünkü sanatçı araç olarak ellerini olduğu kadar duygularını ve beynini de kullanarak seyirci ile iletişim kurmayı ve duygularını aktarmayı başarmıştır.
Kişisel sergiler dışında birçok karma sergiye de katılan sanatçı, halen çalışmalarına Ankara’daki kendi atölyesinde devam etmektedir.
KİŞİSEL SERGİLER
1987 Kasra Sanat Galerisi / ANKARA
1996 Milo Sanat Galerisi / ANKARA
2000 Nü Sanat Galerisi / ANKARA
2001 Nü Sanat Galerisi / ANKARA
2003 Gautier Mobilya ve Doku Sanat Galerisi işbirliği ile düzenlenen Sergi / ANKARA
2004 Art-ra Sanat Galerisi / ANKARA
2005 Milo Sanat Galerisi / ANKARA
Kaynak: http://www.turkishpaintings.com/index.php?p=34&l=2&modPainters_artistDetailID=1384
26 Şubat 2013 Salı, 03:13 at 03:13
Hayırlı olsun 🙂
26 Şubat 2013 Salı, 08:24 at 08:24
İnsan isteyince neler olmaz ki…Güle güle otur Başakcığım.
Sevgilerimle
26 Şubat 2013 Salı, 09:42 at 09:42
Günaydın 🙂
Ben de sabah sabah tam ressam Selim Güventürk’ün öz geçmişini yazının sonuna eklemek için bilgisayarın başına geçmiştim ki…Bir de baktım Selçuk ve Siz :))) Öyle mutlu oldum ki sizleri görünce.
Çünkü özgeçmişi de ekler öyle duyururum, hatta mart ayı şarkısı da çıksa da ikisini bir mi duyursam derken…
Yutmi’yi özlemiş olmalılar dedim içimden :)))
Dün gece evin terasında uyudum. Hava biraz serindi tabi ama uyku tulumum var. Dolunay da çok güzeldi…
550 TL’ye koskocaman bir ağaç evim oldu ben daha ne isterim. Mutluluktan uçacağım 🙂
Herkesi bekliyorum 🙂
26 Şubat 2013 Salı, 09:58 at 09:58
Günaydın, Akşamki dolunay gerçekten çok güzeldi. Evin hayırlı olsun…
26 Şubat 2013 Salı, 11:50 at 11:50
Başak çok heyecanlandım şimdi, hemen bir uyku tulumu edinmem lazım:)
Bir de şiir paylaşmak istedim. Kucak dolusu sevgiler:
Atımı İstedim Evin Göğü Gerindi
İlhan Berk
(Rondo)
Atımı istedim evin göğü gerindi
Cin gülleri bir yerden ordan geliyorum
Öyle sular dağların üstüydü isminiz
Yeşil, o solukları gibi rüzgarların
Bir bin yıl rüzgar değirmeninizde kaldım
Tep kralları gibiydim öyle yalnızdım
Bir çağda seni bu beyazlığında tuttum
Ak, sabah kalyonlarım hep gökyüzündeydi
Ben rüzgar değirmeninizde kaldım
İşte ellerin o dünya kadar Akdeniz
Hansi, gecenin pancurunda Berk kuşlarım
Ey benim sığlığım eşkim karanlığım siz
Yitik gülüşünün açtığı sular şimdi
Ben o gecelerde saçıydım çocukların
Bir bin yıl rüzgar değirmeninizde kaldım.
26 Şubat 2013 Salı, 15:07 at 15:07
Vallahi baktıkça bir tane de ben mi alsam diye öykündüm.Bu evde insan neler yapmaz ki?
O merdivenden pıtı pıtı tırmanır, yandaki direkten kayarak bırakırım kendini çimlerin üzerine; iyice yorulana kadar… Arkadaşım gelirse terasta oynamak isteyecektir elbette… En güzel oyun yerimdir orası. Elimi uzatır iki elma koparır, irisini arkadaşıma veririm. Dinlenince biraz da onunla kaymaca oynarım. Gün batarken her kes gibi evime çekilirim usulca. Akşam komşu ağaca puhu kuşu konar, kocaman gözleriyle evime bakar. Bakışırız. Katiyyen dişlerimi göstermem, yoksa çürür. Ötüyorsa, bana değil sevgilisine sesleniyordur, alınmam. O sevdiğinin peşine düşerken göz kapaklarım ağırlaşır, dalarım uykuların en güzeline….
Sabah horoz eferdi öter de öter. Uyanmam inadına. Canım ne zaman çekerse, o zaman uyanırım. Hayata yeniden başlarım gönlümce.
26 Şubat 2013 Salı, 23:23 at 23:23
Başakcım şaşırdım kaldım, senden de bu beklenirdi. Güle güle otur evinde. Harika bir iş yapmışsın.
27 Şubat 2013 Çarşamba, 00:29 at 00:29
Eee ben ne diyeyim sana, çok yaşa…
Evinde dostlarınla güle güle otur.
27 Şubat 2013 Çarşamba, 17:41 at 17:41
heyoooo. hadi hayırlısı olsun.. icinden geldigi gibi yasarsın insalllahhh 🙂
27 Şubat 2013 Çarşamba, 17:48 at 17:48
Hahaha süper! Keyfini çıkar Başakçım… 🙂 o heyecanı ben bile hissettim anlatışından 😉
27 Şubat 2013 Çarşamba, 18:45 at 18:45
gerçekten çok güzel bir resim. ben de tedavi olmaz bir resim meraklısı olduğumdan seni çok iyi anlıyorum. güle güle kullan. onun mutluluğu yeter ….
27 Şubat 2013 Çarşamba, 18:58 at 18:58
BAŞAK HANIM GÜLE GÜLE OTURUN HAYIRLI OLSUN…
27 Şubat 2013 Çarşamba, 23:15 at 23:15
Sol tarafta ben de bir köşe istiyorum.:-)) Bir rüyalık…
27 Şubat 2013 Çarşamba, 23:50 at 23:50
:)Başakcım güle güle otur evinde, en güzel hayallerini kur, en çok sevdiğin kitaplarını oku, en iyi yazılarını yaz.
Sadece sen değil tablo da evini bulmuş.
Sevgiler,
Şirin
28 Şubat 2013 Perşembe, 09:09 at 09:09
Arkadaşlar hepinize çok teşekkür ederim. Ben hayatımda ilk kez bir müzayedeye katıldım. Bu yazıyı nasıl yazacağımı da bilemedim. Sanıyorum biraz da utandım. Yazıyı yazmamdaki niyet o deneyimi ve orada yaşadığım heyecanı ve gerçekten çok beğendiğim, sevdiğim bu evi sizlerle paylaşmaktı ve sanırım paylaştık da.
Müzayede deyince insanın biraz gözü korkuyor. En azından benim öyle… Bununla birlikte gittiğim müzayededeki resimlerin fiyatlarını görünce -eğer açılış fiyatına yakın alabilirseniz- aslında resim severler için çok da erişilemez olmadıklarını gördüm. Üstelik herhangi bir galerideki sergiden almaya kalksanız, bu fiyatlara bulmanız çok zor olurmuş. Tabii bunu ben değil oradaki otoriteler soyluyordu 🙂 Bugün bakıyorum, çevremdeki bir çok kişinin elinde ya ayfon var ya da ona yakın görüntülü telefonlardan hani internete bağlanan… Eh tercih meselesi olarak bakarsak, üst model bir telefon veya üst model bir bilmem ne yerine, sizi mutlu edecek güzel bir resim neden alınmasın? Tabii ilgi alanınıza giriyorsa… Ya da benim gibi tamamen tesadüfü bir biçimde karşınıza çıkan bir resmin peşine takılmışsanız 🙂
Yani demem o ki; müzayede ne demek, nasıl bir duygu yaşatıyor insana, avantajları ne, dez avantajları ne, ben bunu yaşadım. Neyse ki boyumu aşmayan bir şekilde yaşadım. Ve gerçek o ki; o müzayede sayesinde bu güzel eve kavuştum… Bununla birlikte bir kere daha söylüyorum paranın koştuğu, paranın konuştuğu bu ortamları hiç ama hiç sevmedim. Onca emekle, kimbilir ne duygularla ne şartlarda yapılmış bu eserlerin böyle bir biçimde satılmasını sevmedim.
Bir ressamın tablosu 2-3 katına satılırken, diğeri açılış fiyatına gitti. Kimdir, nedir birini değerli diğerini vasat kılan??? Kimseye haksızlık etmek istemiyorum ama bu iş hoşuma gitmedi… O günden bana kalan ve tek hoşuma giden, ağaç evim 🙂
Evet, şimdi bu ev hepimizin… Ne zaman isterseniz gelebilirsiniz 🙂
28 Şubat 2013 Perşembe, 10:36 at 10:36
“Başak ın Dünyasına Hoşgeldiniz”… Her zaman açık kapıları seven, masalları seven Başak’ a çok yakışmış…
28 Şubat 2013 Perşembe, 10:37 at 10:37
Başakcım senin adına çok sevindim, iyi bir iş yaptığını söyleyebilirim. Açıkcası resime ödediğin bedel alacağın hazzın yanında oldukça mütevazi diyebilirim çünkü eminim ki bu evde çok güzel anlar geçireceksin ve mutlu olacaksın, sanat eserlerine verilen paraların hiçbir zaman boşa gidmeyeceğini ve gereksiz bir harcama olmadığını düşünüyorum ayrıca bir sanat sever olarak sanatçıların desteklenmesinede seviniyorum. Bu güzel evde bizlerede yer ayırmanı, resmin bir parçasında ( keşke bir kenarında öküz de olsaydı ) bizide görüp hatırlamanı isterim 🙂
28 Şubat 2013 Perşembe, 17:23 at 17:23
Basak’cigim, cok cok sevindim arkadasim. Hayirli ugurlu olsun!!! 🙂
28 Şubat 2013 Perşembe, 17:29 at 17:29
:)) yazinin yorumlarini okuyunca aslinda gercek bir ev degil tablo aldigini anladim. Gule gule seyret…
01 Mart 2013 Cuma, 17:47 at 17:47
Benim hayallerimle oyun oynama çocuk!..
01 Mart 2013 Cuma, 18:07 at 18:07
Başak’cım yazıyı yüreğim ağzımda ve merakla okudum. Bir yandan ” Başak’ın zaten çok sevdiği bir evi var. Bu ev nasıl birşey ola ki?” diye geçirdim bir yandan da müzayedenin sonunu merak ettim. Sonunda bir oh da ben çektim. Evi okuyunca da kocaman gülümsemişim farkında olmadan. Pek merak ettim ağaç evini. Havalar toparlasın şarabımı kapıp geleceğim şimdiden haberin olsun. 🙂
03 Mart 2013 Pazar, 15:52 at 15:52
Senden bir belgesel bekliyordum gezdigin yerlerle ilgili..
Ama Evini de aldiktan sonra kararimi degistirdim. 🙂 Artik bir cocuk kitabi yazmani bekliyorum..:)
04 Mart 2013 Pazartesi, 01:10 at 01:10
Yaa..Öyle güle güle otur demesi kolay!
Sabah kalkacaksın, tavuklardan yumurtaları toplayacaksın. Tavuk deyip geçme. Yumurtladığı yerden yumurtasını almazsan, gider ormanın dip köşesine yumurtlar, ara ki yumurta bulasın.
Sonra gidip odun, çalı çırpı toplayacaksın ocağı yakmak için. Hem ısınacaksın, hem de ot, çay, nane falan kaynatacaksın. Mantarlar toplanacak. Çürütmeden yemek yapacaksın.
Portakalların tozu alınacak, yapraklar parlatılacak, merdiven silinecek, baca temizlenecek, güvercinler beslenecek, Aydede’ye selam yollanacak, Güneş’e selam durulacak, bulutlar tütsülenecek, yıldızlar gümüşlenecek, fallardan fal beğenilecek, çocuk şarkıları bestelenecek, böcü börtüye günlük masallar anlatılacak, zebralara bir öykücü, fillere bir borazan, zürafalara bir sancak sunulacak, gül hatmi ve kababiye tohumu illaki bulundurulacak, zencefilden medet beklenebilir ancak arılar illaki evcilleştirilecek.
Daha da yazacaktım ama benim kaplan yavruladı. Gidip bi yol bakıverem. Anaları yorgundur şimdi. Yavruları yıkar yunar atıveririm yancazına.
Bak! Temizlik yapacağın zaman çekinme, bi duman salla bana. En azından yaprakları ben temizlerim. Sen de kaplan yavrularına ıspanak püresi yedirirsin..Hoşgeldin..
04 Mart 2013 Pazartesi, 09:44 at 09:44
Ben boşuna mı koştum bu evin peşinden… Hissettim bu koca ormanda tek başıma olmayacağımı. Bu kadar arkadaşım, dostum var uyku tulumu bile aldılar benimle birlikte Küçük Prens’e bakmak için. Hele bir de komşumda sen oluncaaa…
Sen hiç merak etme Zaika’cım bu kadar nimeti bir arada bulmuşken hepsine gözüm gibi bakarım ben. Tavuk yumurtalarını toplamayı da unutmam, çalı çırpıyı da… Hele çalı çırpı toplamaya çocukluğumdan beri bayılıyorum nedense, en sevdiğim iş. Eskiden bu evim yokken Oğuzhan’la Canay’a kozalak toplardım. Onların şöminesi var orada yaksınlar diye 🙂
Mantarlar hakkında bir kitap aldım çalışıyorum şimdi. Hangisi zehirli hangisi değil bimiyorum ki 🙂
Portakalların tozunu alıp, yıldızları gümüşlemek kolay da yaprakları parlatırken seni de yardıma çağıracağım walla. İşimiz bitince şarabımızı açar, aydedeyi beraber karşılarız. Faruk ev yapımı şarap getirdi hayırlı olsuna gelirken 🙂 Bir de ondan şarap yapımını öğreniriz. Bir de üzüm bağcığı kurarız bir kenara…
Bizim lafımız sözümüz hiç bitmez. Yılları devirdik peş peşe hala liseli kızlar gibi saatlerce konuşacak konu buluyoruz seninle… Eeee kolay mı 15 yıldan fazladır, ne yaşanmışlıklar birikti sandığımızda, artık yıllandı özel içimlik şarap oldu bizimkisi.
Hoş bulduk Zaika’m hoş bulduk 🙂
04 Mart 2013 Pazartesi, 16:09 at 16:09
Dur Başak’cım. Hemen noktayı koyma. Sana az ucundan ormanda ne var ne yok anlatayım.
Sert kışın burnunu ormana soktuğu günlerden birinde Ağustos Böceği’ne rastladım. Garibim, güzelim kanatlarını düşürmüş, kamburu çıkmış, ağır adımlarla yol bulmaya çalışıyordu.
Yaz günlerinin canlı vuvuzelalarını avucuma toplayıp hep birlikte az cümbüş yapmadık. Bu yüzden bana alışkınlardır. Önüne geçip “ne bu halin?” diye sordum. “Ne olsun? Karıncalar bütün yaz müzik eşliğinde çalıştılar. Keyifleri yerindeydi. Şimdi gidip bir lokma ekmek kırıntısı istedim, kapıyı yüzüme kapadılar” dedi.
Baktım bizim böceğin durumu iyi değil; “O masal La Fontaine’nin. Sen onu boşver. Biz masalı yeniden yazarız olur biter. La Fontaine, bu işe kızarsa gider “Masal Hakları Mahkemesi” ne kafasını vurur. Şimdi bizim masala göre, sen Böcekler Tanrısı imişsin. Biliyorsun onlar yarı ölümlüdür. Bu yüzden kış gelince sana bir şey olmaz. Şimdi karıncaların evine bir daha git, kapıyı kapatacak olurlarsa, eşiğe ayağını sok ve “Len oğlum, salak olmayın. Yaz günü har har har çalışıyorsunuz, kışın da yem bitti mi, bitecek mi diye tırnaklarınızı yiyorsunuz. Gelin topladığınız darıları, buğdayları, mısırları öğütelim, onları unlu mamuller haline getirelim, sonra da bir güzel orman piyasasına sunalım.” de.
Bu karınca milleti böyledir. Ekmek gelecek yerden mısırı esirgemez. Yeter ki daha fazlası olsun. Bizim böcek gidip dediklerimi aynen karıncalara söyledi. Onların başına geçti ve envai çeşit ekmek ürettiler. Arılar da hissedar olup, bal, şeker takviyesinde bulundular. Şimdi işler gıcır.
Şimdi, senin merdivenleri arkana al, doğu yönünde bir müddet yürü. Karşına bir dere gelecek. Akış yönü istikametinde gidersen iki yakanın birbirine çok yaklaştığı bir yer göreceksin. Oradan atla karşıya geç. Önüne çıkan büyük yosunlu kayanın ardına dolan, tam orada bizimkilerin fırınını göreceksin. Üstünde karınca duası gibi bir yazı ile Ezop Unlu Mamuller yazar. Gün batımına doğru accayip güzel mısır ekmeği yaparlar aklında olsun.
Benim kaplan yavrularına salıncak kurmuştum. Sallanmadan uyumuyor keratalar. Bu sallama işine de filler hortumlarında onları sallaya sallaya alıştırdılar. Neyse, gidip bakayım düşen eden olmasın. Şarapları, bağları daha sonra konuşuruz.
Şimdilik eyvallah.
05 Mart 2013 Salı, 16:38 at 16:38
Kıskandım valla.
Kentleşme adı altında -bakımsız da olsa- yaşayan semtlerin yıkılıp yerlerine kişiliksiz, ruhsuz binaların yapıldığı, çevrelerinde sahte derelerin aktığı, üstelik çoğunluğun da buralarda yaşamak zorunda kaldığı koca şehirde sana da çok yakışan ne güzel bir evin olmuş.
Bankalar kredi verir mi acaba?
Başakcım, bu evin merdiveninde de şarap içmek keyifli olur.
Sağlıkla, mutlulukla, dostlarla kal…
06 Mart 2013 Çarşamba, 23:40 at 23:40
Mükemmel bir yazı, heyecan ile okudum, üslubunuzu çok sevdiğimi daha önce de belrtmiştim diye hatırlıyorum.
Elinize sağlık.