Bir şehrin söyledikleri
Hatay’dan döneli üç hafta bile olmadı ama peşi sıra gelen Kapadokya çekimleri, Cermodern’deki sergiler derken Ankara Kalesi’ndeki gecekonduların üzerine Servet Abi’min verdiği metal talaşları da eklenince -ve de yanımda Yutmi Cunyır da olunca- oldu olanlar… Yazılacak yazılar ve düzenlenecek koca bir fotoğraf yığınının içinde kalakaldım. İşte bunun için Antakya’nın ikinci bölümünü yazmaya ancak başlayabildim.
Neyse ki ilk yazıyı kotarmıştım. :)) Bu giriş biraz “sevgili günlük” tadında oldu ama olsun, alışmışsınızdır artık bu hallerime. Zaten Yutmograf biraz da öyle bir yer benim için. Herkese açık günlük “gibi”. :))
Bu uzun arayı açıklamak için yaptığım bu uzun girizgahtan sonra Antakya’da uyandığım ilk sabaha geri döneyim. Hasta yattığım gecenin sabahına terden sırılsıklam ıslanmış ama bir o kadar da dinlenmiş olarak uyanmıştım. Cimcimem konakladığım otelin sabah kahvaltılarındaki açık büfenin nefis olduğunu söylemişti, haklıymış. Abartısız ama lezzetli bu açık büfe ne kadar çekici de olsa yarım saati bulmayan sabah kahvaltımın ardından saat sekizde yollara düşmüştüm bile. İkinci gün programımda Samandağ vardı. “Yine mi Samandağ?” dediğinizi duyar gibiyim ama bu sefer dalışa değil, Titus Tüneli, Beşikli Mağara, bir Ermeni köyü olan Vakıflı’yı görmek için gittim Samandağ’a.
Önce Vakıflı Köyü’ne gideceğim. Otelin önünden geçen dolmuşa binip, beş dakikalık mesafedeki Balıkçılar’da indim, oradan Samandağ dolmuşuna bindim. Antakya Samandağ arası yarım saat var yok. Vakıflı Köyü dolmuşları Samandağ’dan kalkıyor. “Vakıflı’ya araçsız gitmen zor” demişlerdi ama şansıma köye giden bir dolmuşu yakalamam uzun sürmedi. Yaklaşık 10 dakika tırmandıktan sonra Vakıflı Köyü’ne gelmiştik. Köyün girişinde, üstü kapalı ama açıkta, tahta masa ve sandalyeleri olan bir kahvaltı yeri var. Hemen yanında da köydeki kadınların ürettikleri reçellerin, likörlerin satıldığı küçük bir dükkan… Dükkanın önünde duran amcaya köyü sordum. Yolun yukarısına doğru yürürsem sağlı sollu evler olduğunu, köyün bundan ibaret olduğunu söyledi. Aslında yolun üzerindekilerin dışında araziye yayılmış tek tek evler de var ama ben ana yoldan giderek gezmeyi tercih ettim ki bu da yeterince fikir verdi.
Bir Ermeni köyü olan Vakıflı, bizim köylere pek benzemiyor. Daha çok sayfiye yeri gibi. Küçük bir kilisesi ve bolca mandalina bahçesi var. Bununla birlikte kilisenin yanında küçük bir oteli, hatta açık havada spor yapabilecekleri kondisyon aletleri bile var. Bu köyün görüntü itibarıyla ne Hatay’la ne de Samandağ ile ilgisi var. Ben buna yakın bir hissi İsrail’de de yaşamıştım.
Ana yoldan çıkıp bir patikayı izlemeye başladım. Biraz ileride gördüğüm bir köy evini gözüme kestirmiştim. Böyle durumlarda yakınlarda köpek olabileceği ve evini korumak için bana havlayabileceği düşüncesi her defasında beni biraz ürkütür ama yapacak bir şey yok, gideceğim ve göreceğim. Eve oldukça yaklaşmıştım. Evet bir köpek vardı ama neyse ki uyuyordu. Mandalina ağaçları arasında biri vardı. Durduğu yerde hareket ediyordu. Yanına gitmem için köpeğin önünden geçmem gerekmiyordu, ben de gittim. Yaklaşınca bir de baktım ki üzüm eziyor. “Merhaba kolay gelsin” dedim, “merhaba” dedi. “Şarap mı yapacaksınız?” dedim, “Rakı olacak” bu dedi. Gülümsedim. Şarap yerine rakı yapıyor olması nedense hoşuma gitmişti. Nereden geldiğimi sordu, bana yanındaki hurma ağacından özenle bir hurma seçip ikram etti; 1930’dan beri yaşadıkları evlerinin terasına çıkıp manzarayı izleyebileceğimi söyledi. Yaptığı rakıya eşlik etmeye değecek güzel bir manzara vardı gerçekten.
Vakıflı Köyü’nün dolmuşu, otobüsü saatliymiş. Kaçırırsam bir sonraki için üç saat beklemem gerekeceğinden, dolmuştan indiğim yere geri döndüm. Küçük, ama köy diyemeyeceğim kadar değişik bir yerleşimdi. Canım otobüse binmek değil, yokuş aşağı Samandağ’a kadar yürümek istiyordu ama yağmuru geçtim, deli bir rüzgar esiyordu. Hasta olmasam bile o rüzgarı gözüm yemezdi.
Köyden Samandağ’a indikten sonra Titus Mağarası ve Beşikli Mağara’ya gitmek üzere Çevlik dolmuşlarına bindim. Yaklaşık on, on beş dakika içinde Çevlik plajına varmıştık. Titus Mağarası’na giden yol, jandarmanın az ilerisinden başlıyordu ve kısa bir yürüme mesafesinden sonra mağaraların olduğu bölgeye ulaşılabiliyordu. 1.380 metre uzunluğundaki bu tüneli, romalı esirler çekiç ve murç yardımıyla dağı oyarak şekillendirmiş. 7 metre yüksekliği ve 6 metre genişliğindeki bu tünel, dünyanın elle yapılan en uzun tüneliymiş. Beşikli Mağara’da da Roma döneminde yaşamış soylu bir yöneticinin ailesinin mezarları varmış. Eğer dalgıç arkadaşlardan bu yazıyı okuyan ve seneye Samandağ’a dalışa gitmeyi düşünen varsa, bilsinler ki dalış sonrası bu mağaraları gezmek mümkün. Zira limanadan 10dk.lık yürüme mesafesinde ve gezmek için bir saat ayırmaları yeterli. Hele de mevsim yaz olup havanın daha geç kararacağı düşünülürse, kaçırmasınlar derim. 😉
Mağaraları gezdikten sonra dönüşte, tepeden limanı gördüm. Nedendir bilinmez, Çevlik’in limanını çok seviyorum. Sanırım denizin geride bıraktıkları anlamında zengin bir liman oluşundan. Bir de deli rüzgarı olmasa… Rüzgarıyla inatlaşma pahasına limana gittim ve dalgakıranda yürüdüm. Keşke bir de dalgakıranın üzerine çıkmanın yolu olsaydı da üzerinde yürüyebilseydim. Rüzgar, dalgakıran ve denizin geride bıraktığı izler, en az vatozlar kadar etkilemişti beni.
Denize “Hoşçakal” deyip Antakya’ya döndüğümde hava çoktan kararmıştı. Biraz da şehrin ışıklarında dolaştım ama artık yorulmuştum. Ertesi gün pazardı ve bulunduğum bölgede, bir Ortodoks, bir Protestan bir de Katolik kilisesi vardı. Birinden birinin ayinini dinler miyim acaba diye düşünürken uyuyakalmışım.
Sabah on gibi Ortodoks kilisesine gittim. Kapıda bir görevli vardı ve beni içeri almadı. Biraz sohbet ettik, şirinlik filan işe yarar mı dedim, o da olmadı. Daha önce bu kiliseye yobazlar tarafından bir saldırı olmuş, onlar da herkese açık olan kapılarını kapatmışlar. Ancak Ortodoks tanıdığın varsa onunla birlikte veya özel izinle girilebiliyormuş. Ben görevliyle konuşurken, şık giyimli, kadınlı erkekli gruplar yanımızdan geçip kiliseye giriyorlardı.(*)
Ne yapalım, bu seferlik olmadı… Ben de Antakya sokaklarında dolaşırım. Ama dolaşmaya başlamadan önce Cimcimem’in bana şiddetle önerdiği şu meşhur bakla ezmesinden yemeliyim. Meşhur Zeynel Usta’yı, çarşıda, Cindi Hamamı’nın hemen karşısında buluyorum. Bakla ezmesi bana göre biraz fazla yağlı ama yağını aşıp ezmeyle başbaşa kaldığımda nefis bir tatla tanışıyorum. Sıkı sarımsaklı olduğunu da belirtmek isterim. Doruk’cuğum tam senlik. 😉
Bu arada Antakya mutfağını yazmama gerek yok sanırım çünkü -en azından bu yazıyı okuyanlardan- mezelerini, kağıt ve tepsi kebabını, künefesini bilmeyen yoktur diye düşünüyorum. Enerjiyi depoladıktan sonra Antakya sokaklarına dalıyorum. Kurtuluş caddesinin üst tarafında eski Antakya evleri, alt tarafında da eski Antakya evlerinin restore edilmiş halleri var. Yukarıdaki mat ve bakımsız evlerin aksine, caddenin alt kısmında, renkli mekanlar, her biri özenle dekore edilmiş, cafeler, restoranlar ve küçük otellere dönüşmüş. Biraz bizim Ankara Kalesi’ni anımsatıyor, biraz da Mardin’in o dar sokaklarını. Küçük bir cam müzesi, geniş bir aromatik ve tıbbi bitkiler müzesi var. İkisini de ilgilisine tavsiye edirim. Özellikle bitki müzesini…
Bir şehri ve o şehrin insanlarını tanımak istiyorsanız, varsa özel araçlarınızı bir kenara bırakıp, dolmuşa, otobüse binip, bolca yürüyeceksiniz. Ancak o zaman o şehrin ruhunu hissetmeye başlayabilirsiniz. Bana göre biraz iddialı bir cümle oldu ama öyle. Ben Antakya’nın sokaklarında kayboldum. Sürprizler birbirini kovaladı. Müzikçalarımı hiç kullanmadım. Böylece bu şehrin seslerini duydum, dilini öğrenmeye başladım. Kaybolduğum sokaklarda ya bir müziğin ya da bir rengin peşine takıldım. Cimcimem bu fotoğraflar ve parça sana gitsin. Bu şehri neden bu kadar sevdiğini artık daha iyi anlıyorum. İnsanları ayrı, kendi ayrı güzel.
Güneş batmıştı. Otobüsüm akşam saat yedide, yolum Mersin’de sevdiğim bir aileye doğruydu. Mersin’de çok keyifli iki gün geçirdim. Sevdiğim dört güzel insan bana evlerini, yüreklerini, memleketlerinin güzelliklerini açtılar. Sevgili Pınar, Coşkun, Damla ve Yağmur, sizi kucaklıyorum. Her şey için çok teşekkürler. Sizlere, o nefis sahile, o boş sandalyeye ve o balıkçı meyhanesine yine geleceğimden emin olabilirsiniz. Bu nefis görüntülere bir de nefis parçam var, dinlemenizi öneririm.
Sevgiyle…
(*) Antakya, Türkiye Cumhuriyeti’nin kozmopolit kentlerinden birisidir. Çok uzun bir süre boyunca birarada yaşamayı öğrenmiş, etnik kökenleri, dinleri farklı birçok topluluğa ev sahipliği yapan bu kent UNESCO (BM Eğitimsel, Bilimsel ve Kültürel Organizasyonu) barış kenti adayı olmuş ve ikinci kent seçilmiştir. (UNESCO Sekretaryası bu kategori dahil 8 ödül uygulamasına son verdiğini duyurmuş, ancak şehirlerle ilgili bir veritabanı oluşturmuştur). Çok kültürlü yapısını tarih boyunca korumuş olan ilde aynı ulusa mensup birden fazla dini cemaat bulunmaktadır. Sünni, [Süryaniler], [Katolikler], [Ortodoks Kilisesi|Ortodoks] [Rum]lar, [Protestan] Araplar, Maruni Araplar, [Ermeniler], [Yahudiler], [Gürcüler] ve diğer küçük topluluklar Hatay’ın çok kültürlü yapısının dinamiklerini oluştururlar. Örneğin Samandağ ilçesi çoğunluk olarak Nusayri Araplardan oluşurken, Altınözü ilçesi hem Sünni Arap hem de Türk Müslümanlardan ve Süryanilerden oluşmaktadır.
19 Aralık 2018 Çarşamba, 21:26 at 21:26
Herşey seninle güzeldi, ilk fırsatta yine bekliyoruz? gezilecek çok yer, tadacak çok lezzet var daha? ellerine ve gören gözlerine sağlık, fotoğraflar bir harika?
20 Aralık 2018 Perşembe, 08:32 at 08:32
Başak hocam enfes bir yazı olmuş yine, o sokaklardayım yine sayenizde 🙂 Antakya ben de çok farklı bir duygu hissettiriyor. Bayıldım ve Antakya’yı özlediğimi farkettim. Gitmek zamanı gelmiş… 🙂
20 Aralık 2018 Perşembe, 09:47 at 09:47
Hadi gidelim 🙂
20 Aralık 2018 Perşembe, 11:06 at 11:06
Başak , ellerine, yüreğine sağlık :)) ne güzel anlatmışsın , hemen kalkıp gidesim geldi.
Bu soğuk kış gününde sıcacık yazıyla içimiz ısındı. Fotoğraflar bir başka güzel .
Bir daha giderseniz bende varım 🙂
20 Aralık 2018 Perşembe, 15:08 at 15:08
Yaşanası yerler.
Güzel güzel de öykülemişsin her şeyi.. Yutmi de hiçbir güzelliği ıskalamamış.
Doğa, hala güzel, temiz.
Teşekkürler, sevgiler.
22 Aralık 2018 Cumartesi, 10:19 at 10:19
Ne güzel anlatmışsın. Hemen kalkıp oralara gidesim geldi. Sevgiler.
23 Aralık 2018 Pazar, 07:09 at 07:09
Başak ,
Antakya’ya gitmek istiyordum zaten ,yazını okuduktan sonra ..bir an önce planlıyım diyorum.
Oralarda da ,burayı hatırlaman güzel
Sevgiler
27 Aralık 2018 Perşembe, 12:00 at 12:00
Merhaba Başak, harika fotoğraflar, teşekkürler.
11 Ocak 2019 Cuma, 14:52 at 14:52
Fotoğraflar ve yazı çok güzel olmuş, tekrar ziyaret etmek istedim…
01 Mart 2019 Cuma, 17:15 at 17:15
Antakya’yı ve çevresini birkaç kez gezdim ve Seninle tekrar gezdim. Sağol, var ol:))