Bir dinazor yıllar sonra dalışa giderse
Samandağ’a ilk defa gidiyor olmanın biraz heyecanı biraz da utancı vardı üzerimde. Bu bölgede ilk defa dalacağım için heyecanlıydım ama, onca yer gezip, Hatay’ı ve Samandağ’ı görmediğim için de biraz utanıyordum. Yine de bu bir başlangıç olsun ve bir dahaki sefere size buralardan başka yazılar ve fotoğraflarla da geleyim. Hatta şimdiden Kasım ayında yeniden buralara gelmeyi planladım bile.
Bu sefer de Milli Kütüphane’nin önünden katılacağım ekibe. Kimler var kaç kişiyiz bilmiyorum. Zaten ben dalmayalı ekipler o kadar değişmiş ve yeni arkadaşlar gelmiş ki çoğunu tanımıyorum. Kütüphanenin önüne geldiğimde Selen “Merhaba hocam” dedi. A-aa ne güzel tanıdığım biri var. Çok kalabalık olmayacağımızı tahmin ediyorum çünkü bir sonraki hafta Kaş var ve bir çok kişi 29 Ekim’i Kaş’ta geçirmeyi planlamıştır diye düşünüyorum. Tahmin ettiğim gibi… Gelen araç minibüs. Minibüsün camından Balım Engin el sallıyor. Ooo bir tanıdık daha. Araca biniyorum ki tanımadık yok :)) Kıvırcık Utku, Levent, Bülent Kardeşler, Duru, Volkan’la Tuğba, Sevgi ve Ömer… Coşkun ve Pınar bizimle Samandağ’da buluşacaklar. Tek tanımadığım kişi onlarla gelecek olan Ayşegül. Tabii her şey burada yazdığım gibi kolay olmuyor. Yüzler tanıdık ama zamanlar birbirine girmiş durumda. Levent’i karıştırdım mesela. 2000’li yılların başında daldığım birine benzettim. Sonra Bülent’i ilk başta tanımadım. Aaa siz Levent’le ne kadar çok benziyorsunuz, dediğimde, Bülent; “Hocam beni tanımadınız mı? Paket dalışımı sizinle yapmıştım, Levent’in kardeşiyim” demez mi! Rezalet. Ama onda benim suçum yok, adam sıkı kilo vermiş. Sevgi’yle de çok eskiden beri dalıyormuşuz gibi geldi, ama kız daha geçen sene dalışa başlamış. Anlayacağınız bu dinozorun kafası iyice karışmış :)) Kendimi zaman tüneline girmiş gibi hissediyordum. Hele de altmış yaşımı görebilirsem ve hala dalış yapacak gücüm olursa, siz bir de o zaman görün beni. Levent herhalde benim geldiğim hiç bir dalışı kaçırmaz. Di mi Levent??? E tabii araya da onca yıl girince olacağı bu. Neyse bir kusurum olduysa affola, hepinizi gördüğüm için çok mutlu oldum.
Yolculuk zor geçmedi. Ama gece boyunca çakan şimşekler ve yağan yağmur, ertesi günkü dalış için iyi şeyler düşündürtmüyordu. Hatay’a vardığımızda saat sabahın beşiydi. Samadağ, Hatay’a yarım saat mesafede. Otele vardığımızda dinlenmek için yeterli zamanımız vardı. Truva Life Otel’de kalıyorduk. Sanırım bir çeşit balayı oteliydi. Odaları ve yatakları oldukça genişti. Dekorasyonu biraz arabeskti ama temiz ve konforlu görünüyordu. Otel Çevlik Plajı’nın kıyısındaydı. Plaj boyunca bolca otel görebiliyordunuz. Tıpkı bizim İncek’teki kır düğünleri gibi buranın da kıyı düğünleri meşhurmuş. Çevlik sahili yaklaşık 14km. uzunluğu ile dünyadaki en uzun 15 sahilden biriymiş. Sahilden başka görülecek yerleri de var Samandağ’ın; Titus Tüneli, Musa Ağacı, Beşikli Mağara… Dediğim gibi Samandağ’ın karası ile ilgili bilgileri buraları gezip gördükten sonra paylaşayım. Bu yazı daha çok Samandağ’ın sualtı güzellikleri ile ilgili.
Sabah kahvaltıdan sonra dalış teknesine doğru yola çıktık. Otelden araçla 5-10 dk. uzaklıktaki limana vardığımızda “Hatay Dalış Merkezi” adlı tekne kıyıda bizi bekliyordu http://hataydalismerkezi.com . Henüz yağmur yoktu ama hava hem çok suratsızdı hem de sıkı esiyordu. Bir saatlik yolumuz vardı ve bu rüzgarda kimse hazırlık yapmaya niyetlenmemişti. Bir tek Tuğba dalış elbisesini giyerek kendini rüzgardan ve yağmurdan korumayı başarmıştı. İlk dalış noktamız Kel Dağı’nın eteklerindeydi. Kel Dağ’ına yaklaştıkça yağmurun da içine doğru gidiyorduk. Sonunda sıkı bir yağmur bulutunun altına denk geldik. Herkes teknede bir yerlere kaçıştı. Kaçacak çok da yer yoktu tabii.
Dalış noktasına geldiğimizde yağmur dinmiş, rüzgar da koya girdiğimiz için biraz hafiflemişti. İlk dalışı Kel Dağı eteklerindeki “Kara Mağara”’ya yapacaktık. Rehberimiz Samet Uyğur, aynı zamanda Dalış Merkezi’nin de sahibi. Bir de güzel gülen bir eşi var, adı Filiz. Onunla da teknede tanıştık. Küçük ama sıcak bir tekne. Sanki evlerinde misafir ağırlıyorlarmış gibi sahiplerinin sıcaklığı sizi de sarıyor. Nerede kalmıştık; kuşanıp suya atladığımızda ne yağmur ne rüzgar… Sualtının huzuru ile başbaşaydık. Zaten su o kadar sıcak ki suyun içi 27-28 derece dışarısı 24-25 anca. Bir de rüzgar… Bütün günü sualtında geçirmek en iyisi :))
Mağaranın girişi 20 metrelerdeydi. İçinde kumdan koca bir tümsek vardı. Tümseğin etrafında bir tur atıp çıktığımızda 29-30 m.’yi bulmuştuk. Daha sonra Kamışlı Mağarası’na daldık. Dalışların konforu ve daha fazla şey görebilmek açısından fener şart görünüyor. Hatta iyi baba bir fenerle çok daha güzel bir dalış olacağından eminim. Eğer gidecek olursanız bu sözümü unutmayın. Bununla birlikte benim mağaralarda en sevdiğim şey, içeriden dışarıya bakmak ve o muhteşem maviliği içime doldurmak. Yutmi Cunyır da gelebilse eminim çok hoşuna giderdi. Ama ne yazık ki hem Yutmi’nin dalış elbisesi ona uymadığı için, hem de yurt içi dalışlarda ikisinin de dalış yasağı olduğu için onlar benimle gelemiyor. Yine de bu güzel sualtı manzaralarını görmek isterseniz dalış merkezinin sitesinden bakabilirsiniz. http://hataydalismerkezi.com/?page_id=17
İlk günün diğer önemli mevzusu ise Pınar’ın eğitim dalışıydı. Coşkun’un paketi açılırken de vardım ve şimdi de sıra eşi Pınar’daydı. Pınar resmen bir VIP eğitim dalışı yapacaktı. Tek paket kendisiydi ve iki hoca ile suya iniyordu. İlk başta Boğaçhan Hoca ile sualtında yaptığı o müthiş pazarlıkla beni sıkı bir güldürdüyse de sonunda son derece iyi bir dalgıç olabileceğini kanıtladı. Ne pazarlığı mı? Tabii ki hava :)) Boğaç Hoca, Pınar’dan çimlenmek için havasını vermesini istiyor, bizimki ı-ıh diyor başka bir şey demiyor. Ah bir gopuro neyin olsaydı da bir videoya çekseydim. Tıklanma rekorları kırardı walla.
İlk gün dalışları ve Samandağ sualtı yapısı gerçekten nefisti. Evet görüş biraz bozuktu ama sanırım rüzgar ve yağmur, suyu biraz bulandırmıştı. İlk günün diğer güzel şeylerinden biri de Orhan Abi’nin (nam-ı diğer Orhan Dede) yaptığı barbunlardı. Az kalsın parmaklarımı yiyecektim. Ne kadar lezzetliydi anlatamam. İkinci gün de bulgur pilavı ve bir çeşit köfte yaptı Orhan Abi bize. O da nefisti. Hele o köftenin baharatı… Dalışlardan sonra da teknenin ikramı bitmiyordu. İlk gün künefe peyniri ile yapılmış irmikli nefis bir tatlı, ertesi gün de hurma ikram ettiler. Utku’ya bir arkadaşı “Hatay’da ne bulursan ye” demiş. Çocuğun dediği kadar var gerçekten. Yörenin lezzeti daha teknede başlamıştı.
İlk gün dalışları bitirip karaya dönüşe geçtiğimizde rüzgar kesilmemiş ama hava daha sakinlemişti. Dalgakıranı geçip limana girdiğimizde herkesin aklında tek bir şey vardı; sıcak bir duş. Herkes gider Mersin’e Başak gider tersine. Bütün millet sıcak duşlara koşarken ben de şu meşhur Çevlik sahilinde kısa da olsa bir yürüyüş yapmak istedim. Hava kararmak üzereydi. Yutmi Cunyır’la sahilde tek başıma dolaşırken mp3 çalarımda çalan parça, resmen beni boş plajda karaya vurmuş hamsi gibi oynattı. Batum nireeeeee Hatay nire, işte öyle…
Akşam yemeğini otelde yedik. Yemekler güzeldi ama beni bozan oteldeki düğünlerdi. Evet evet aynı anda iki düğün birden. O kadar yorgun olmasam ben de bakardım düğünlere. Ne de olsa bu düğünlerde de yörenin kültürüne ait bir şeyler görmek mümkün. Ama teknede dinlediğim o güzel müziklerden ve onca yorgunluktan sonra bir düğünün içine girmem mümkün değildi. Bir de akşam yemeğini abarttığım için oturur vaziyette bile duramıyordum artık. Derhal yatmalıydım.
Sabah erken kalktım. Benim gibi erkenci bir kuş daha varmış; Tuğba. Birlikte sahilde yürüyüşe çıktık. Aslında burası oldukça enteresan görüntülere sahip bir yer. İnsana “Düşün düşün…” dedirten görüntüler var. Nasıl mı?
Dünkü havadan sonra mümkün olsa hiç dalışa gitmeyip, bölgeyi gezeceğim. Hatta Levent huyumu bildiğinden midir nedir; “Hocam bugün dalış yapmasak da karada gezsek mi ikimiz?” diye sorduğunda kafamın içinde mor bir ışık gidip geldi. Ama ekipte Boğaç Hoca’ya benden başka yardımcı eğitmen yoktu. Boğaç’a “ben gelmiyorum” desem, “nasıl istersen Başak’cığım” diyeceğinden ve bunu bozulmadan samimiyetle diyeceğinden emindim, ama içim de onu bırakmaya elvermiyordu. Levent’in “tüm” ısrarlarına ve “ayartmalarına” karşı durmayı başarıp dalışa gitmeye karar verdim. İyi ki de öyle yapmışım zira hava dünün aksine pırıl pırıl bir güneşle bizi karşıladı. Üstelik rüzgar da yoktu. İlk dalışı “Şahlan Kaya” bölgesindeki “Vatoz Tarlası”na yaptık. Ben vatoz tarlasını duyunca içinde biraz abartı olabileceğini 3-5 vatoz görürsek ne ala olacağını düşündüm. Ama suya indiğimizde gördüğüm manzara karşısında gerçekten şaşkına döndüm. Sanki biri eline büyükçe bir vatoz damgası almış ve kumların üzerine başmıştı. Abartmıyorum 40 metre karenin içinde en az 10 tane irili ufaklı vatoz izleri vardı. Bunlardan bazıları iz değil, kuma gömülmüş vatozlardı. Aynı anda üç vatozu farklı yerlere kaçışırken gördük. Baklava şeklinde olanları, yuvarlak olanları… Manta bile geliyormuş.(Not: alttaki fotoğraflar Yutmi’ye ait değil, internetten. Yanlış anlaşılma olmasın 😉 )
O dalışta vatoza doyduktan sonra kararlaştırdığımız zamanda teknede olmak için dönüşe geçtik. Su bulanık olduğu için görüş bozuk. Ben yön yol durumunu bulabilir miyim derdindeyim. Hissi kablel vuku yoluyla tekneye doğru gittiğimi düşünürken birden önümde öyle bir toz bulutu belirdi ki size anlatamam. Sanırsın biri dibi dinamitlemiş. Göz gözü görmüyor. Hemen ekibi yanıma topladım ve olabildiğince su yüzeyine yükselip gün ışığını takip etmeye çalıştım. Nasıl feci bir manzara anlatamam. Tam o sırada teknenin merdivenleri karşımda belirmez mi? Böyle durumlarda Allah’ın sevgili kuluymuşsun derler adama.
Tekneye çıktığımızda diğer ekipler henüz dönmemişti. Sanırım onlar da o toz bulutunun içinde yönlerini bulmakta zorlanmışlardı.
Herkes tekneye çıktığında tek konuşulan şey vatozların çokluğu ve çeşitliliğiydi. Samet Hoca buradaki vatozların sayıca çok da fazla olmadığını kasım sonuna doğru sayılarının çok arttığını söyledi. Azı buysa çoğunu düşünemiyorum bile. Bir Kasım sonu dalışı planlamak farz oldu bence Hatay’a. Ne dersin Boğaç Hocam?
Sualtının muhteşem yaratıkları kadar, güneş ve durgun hava da keyiflendirmiş, yüzleri güldürmüştü. Aaaa az kalsın unutuyordum, burada bolca karides var. Kumlukta, açıktalar yani… Evet kumda yuvaları var ama onlara da sıkça rastlamak çok mümkün üstelik parmak kadarlar resmen.
İlk günün ikinci dalışını da “Maden Bölgesi” diye bir yere yaptık. Burası daha düzlük bir alandı. Yalnızca durduğumuz yerin sağında kalan tarafta çok büyük, patatesi andıran kayalık bir alan vardı. Orası ilginç geldi bana. Bir dolu iri taş (çapı en az 1m) ve patates gibi yuvarlak yuvarlaklar. Ne acayip…
İkinci gün Pınar da daha rahatlamış bir biçimde indi suya. Hatta benim gibi uzun zamandır dalışa ara vermiş olan Duru ile birlikte indik. Coşkun da katıldı aramıza 🙂 Neredeyse hep orta suda gittik. Pınar aslında iki hocayla VIP dalış yapmış gibi görünse de gerek küçük tekne kullanımı, gerek orta suda dalıyor olması ve bir nevi bulanık su dalışı yaptığı için aynı zamanda bir tecrübe dalışı yapmış oldu. Eminim bundan sonraki dalışlardan çok daha fazla keyif alacak. Dönüşe geçtiğimizde Coşkun’la ikisi teknenin kıçında oturmuş yaşadıkları bu güzelliği paylaşıyorlardı. Eşlerin bu işi birlikte yapıyor olmaları beni ayrıca mutlu ediyor. Zira dalış, bence en güzel paylaşımlardan biri. Sevgili Pınar ve Coşkun, dilerim, birlikte nice güzel dalışlarınız olsun.
Dönüş yolunda güneşe selam durdum, teşekkür ettim. Her bir anı içime kazımaya çalıştım. Sanırım sezonun son dalışını yaptığım için. Kasım’da burada bir küçük kaçamak yapmazsam tabii. Ama deniz ve güneşle buluşmalarımız henüz bitmedi. Bitmesin de. Sizi bilmem ama doğa ve müzik bir arada olduğunda ben başka bir dünyaya geçiyorum. …ve o dünyayı bu dünyadan daha çok seviyorum.
Dalışlar bitmiş ama Antakya daha bitmemişti. Sırada meşhur tepsi kebabı ve künefe vardı. Hızlıca giyinip yola koyulduk. Boğaç, yolda Hz. Hızır Aleyhisselam Turbesi’ni ziyaret edeceğimizi söylediğinde Yutmi’yi bagajda bıraktığıma biraz üzülmüştüm. Meğerse boşuna üzülmüşüm. Zira bu ziyaret, türbenin etrafında araba ile üç tur atmak şeklinde olacakmış. Dua eden arkadaşlar dualarını ettiler ama ben az kalsın kusuyordum. Üç turu hızlıca atınca midem bulandı. Hatay’a vardığımızda hava kararmak üzereydi. Uzun Çarşı’ya girdiğimizde dükkanların kapanmakta olduğunu gördük. Neyse ki Boğaç Hoca kebapçıyı önceden arayıp, siparişlerimizi vermişti. Üzerine de künefeyi yiyinceee… Ankara’ya nasıl geldik hiç sormayın. Bugünü bir bardak kahve ile geçirdim desem inanır mısınız? 🙂
Yazsam daha yazacağım, öyle görünüyor ama daha da uzatmayayım. Devamını bir sonraki Hatay gezime saklayayım, sizi de bunaltmayayım :))
Şimdilik hoşçakalın.
23 Ekim 2018 Salı, 17:20 at 17:20
Aslan balıklarını,balon balıklarının kabile şeklinde dolaşmalarını, kör mağara dalışını, yağmura rağmen gülen yüzleri, Pınar ın paniklerini, akla zarar adette vatozlara bakmak isterken başımızı bir sağa, bir sola çevirirken ağrıyan boynumuzu, hiç bir teknenin yanımıza yanaşmadan huzurla rahatlıkla yapılan dalışlarımızı, davetsiz misafir olarak katılım gerçekleştirilen kına ve düğünü ve senin gülen yüzünü de unutmayalım. Kısaca dalış gezisi değildi sadece mutluluktu!
23 Ekim 2018 Salı, 17:54 at 17:54
Benimki gibi “VIP” bir başlangıç kimseye nasip olmaz sanırım? Elimi tutup güven verdiğiniz için, sabrınız ve sevginiz için sonsuz teşekkürler ?Babamın BC sı beni kucakladı,ardımda canım coşkunum heyecanla beni izledi, Boğaç hocam Başak hocam bir nefes yakınımdaydı daha ne olsun ki….Korkumu yenip bu harika dünyaya adım attım sayenizde? Birlikte nice güzel dalışlara, seni çok seviyorum canım Başak Hocam??
25 Ekim 2018 Perşembe, 20:33 at 20:33
Yazı her zamanki gibi süper ama başlık konusunda kendine haksızlık etmişsin hocam 🙂
25 Ekim 2018 Perşembe, 23:51 at 23:51
E pes dedim, dalışa beraber gitmiş gibi hissettim, renkler, resimler, horon hepside çok hoşuma gitti Başakcım, harikasın, dinlendirdin beni.
26 Ekim 2018 Cuma, 09:42 at 09:42
Sonunda Başak hocam sizi oynatan şarkıyı duyabildik, pek ala… Sahil fotoğrafları da çok başka olmuş. Bana dalışı soranları doğrudan sizin bloga yönlendiriyorum.. İyi ki varsınız 😉
26 Ekim 2018 Cuma, 11:07 at 11:07
Her zamanki gibi harika ! Eline gözüne sağlık Başak… 🙂
28 Ekim 2018 Pazar, 17:33 at 17:33
Başakçığım
Ne de güzel anlatmışsın
Kalemine sağlık
28 Ekim 2018 Pazar, 21:40 at 21:40
Uzun zaman yazmayıp tüm zamanların en uzun yazısını yazdın sanırım ? heyecanın ve mutluluğun da çok güzel okunuyor bu arada, Allah devamını getirsin inşallah.
30 Ekim 2018 Salı, 13:56 at 13:56
İyi yaşadığını bilmek güzel… Yaşam sevincin hep sürsün… Sevgiler…
02 Kasım 2018 Cuma, 21:07 at 21:07
“Gitmiş kadar olmak”, bu ve benzeri yazıları bir solukta okuyup son nokta görüldükten sonra dile getirilen bir ifadeymiş meğer.