Bir ayarsız, bir deli nehir ve bir barış kenti
…
…
…
…
…
deniz misali cömertlik,
güneş misali şefkat,
toprak misali tevazu.
…
Ayarsız insanlar tanıdım hayatımda. Bir şeyi ya çok yapar ya da hiç yapmazlar. Ortası pek yoktur. Eğer ayarsızlığı karşısındakine dokunuyorsa, kimisi akıllara zarar-ziyan, kimisi yüreklere… Ben de az ayarsız değilim hani.
Ama benim ayarsızlığım bana zarar ya da ben öyle düşünüyorum. Yıllarca durup durup üst üste yaptığım dalışlar… Hadi dalışa gidemeyişimin nedenleri vardı, çok özlemiştim filan. İyi de aynı ayın içinde üç defa Hatay’a gitmek nasıl bir ayarsızlıktır ??? :)) Hadi ilki cazip geldi, hiç Hatay Samandağ’da dalmamıştın, merak ettin. İkincisinde de tadı damağında kalmıştı, o yetmiyormuş gibi bir rüyanın peşine düşmüştün, aldın ağzının payını -acı/tatlı- oturdun aşağı. Gördüklerin gerçek çıktı, kendinden korktun. :)) Üçüncüsünde ise tutturdun sualtını görüp de üstünü görmemek sana yakışmaz diye, anladık; güzel de hasta hasta, üstelik doktoru da kafalayıp gitmek nasıl bir şey acaba? Tabii git, git de iyileş de öyle git bari. Yooook gitmeyi kafaya koydun ya bir kere… Daha bitmediii, yetmedi bir de Mersin’e, oradan haftası dolmadan Kapadokya’ya… Neyse Başak, bu saatten sonra senin ayarların kolay kolay düzelmez, ne halin varsa gör. En azından zararın yalnız kendine olsun, ona dikkat et yeter.
Fırçamı da attım rahatladım. Oh şimdi rahat rahat Hatay’ı gezebiliriz.
Hatay’a bir ayın içinde üç defa gitmemin sebebi yalnızca ayarsızlığım ve yukarıda yazdığım sebepler değildi bence. Hatay’ın ilginç bir çekim gücü oldu üzerimde. Öncelikle şu meşhur mozaiklerin olduğu Arkeoloji Müzesi’ni görmek istiyordum o kesin. Ama beni çeken başka şeyler de olmalıydı ki onun da ne olduğunu Antakya sokaklarında kaybolduğumda anladım.
* * *
Yine gece, yine yağmur… Hatay yolları, gece ve yağmurla özdeşleşti artık benim kafamda. Öksürmekten uyuyamadığım bir gece yolduğundan sonra sabah yedi sularında Antakya otogarına girdik. Otele vardığımda saat yedibuçuk olmuştu. Odalara giriş aslında onikiden sonra ama resepsiyondaki görevli halimi görünce bana acımış olmalı ki penceresi aralığa açılan bir odanın boş olduğunu, istersem oraya geçebileceğimi söylediğinde çok mutlu oldum. Ne olacak zaten iki gece kalacağım ve havanın aydınlık olduğu saatlerde de dışarıda olacağım, varsın oda gün ışığı almasın. Ayrıca oda da oldukça şık ve konforlu görünüyor, neden olmasın? Elimdekileri bırakıp, ter içinde kaldığım üzerimi değiştirebilecektim ve o an tek istediğim de buydu. Tam bunun mutluluğunu yaşarken, resepsiyon görevlisi, otele yeni giriş yapan misafirlerine çorba ikramı olduğunu söyledi. Ohhh mis! Hasta bir turist başka ne isteyebilir ki? :)) Odaya yerleşip, çorbamı içmeye restorana indiğimde kendimle didişme halindeydim. Bir yanım “yat öğlene kadar uyu, biraz dinlen yoksa Antakya sokaklarında telef olacaksın” diyor, diğer yanımsa “zaten iki üç gün kalacaksın, neye yetecek bu zaman ki bir de yatıp dinleneyim diyorsun?” diye söyleniyordu. Yutmi Cunyır bile benim bu hasta halim karşısında sessiz kalmış, vereceğim karar ne olursa uymaya hazır beni bekliyordu. Neyse ki çorba çok güzeldi. 🙂 Hangi yanım mı kazandı? Sizce? :))
Saat dokuzda Arkeoloji Müzesi’nin önünde buldum kendimi. Benim kaldığım butik otel, şehir merkezine yürüyerek beş on dakika mesafede ama haritadan bakınca müze biraz uzakta görünüyor. Otelden müzeye taksiyle gitmeye karar verdim. Ama dolmuş otobüs olmadığından değil, yorgunluktan. Bir de henüz şehirdeki mesafeleri kestiremediğimden. Buradan şöyle bir tavsiyede bulunabilirim, müzeye dolmuşla veya otobüsle çok rahat gidersiniz (yaklaşık beş altı dakika sürüyor) hatta dönüşte yürüyerek dönerseniz St.Pierre kilisesine de gider, şehrin genel dokusu hakkında da fikir edinebilirsiniz. Ben dönüşte yürümeyi tercih ettim iyi ki de etmişim.
Müze binası dışarıdan çok sevimli görünmediği için özellikle fotoğrafını çekmedim. Ama görmeyenleriniz varsa diye internetteki fotoğraflardan birini koyuyorum. Bununla birlikte içi beni çok etkiledi. Evet biliyorum internette içi ile ilgili de çok fotoğraf var ama ben Cunyır’ı bu zevkten mahrum bırakamazdım. Zira O da her gördüğü şey karşısında en az benim kadar heyecanlandı ve duygulandı.
Dünyanın en büyük mozaik sergileme alanına sahip olan bu müze, 2014 yılında açılmış. Daha önce bu mozaikler, şehir merkezinde, Asi nehrinin hemen yanında, Meclis’in karşısında taş bir bina olan eski Antakya Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyormuş. Hatta sevdiğim bir arkadaşım 1975’te, müzede yapılan revizyonda görev almış. Bugün orası yeniden restorasyon halinde. Anladığım kadarıyla yine müze olarak kullanılacak. Tabii böyle bir bölgede ne kadar çok müze, o kadar iyi. Eskisini bilmiyorum ama görenler onun da çok güzel olduğunu söylüyorlar, benim kısmetimde yeni müzeyi görmek varmış.
Müzeye girdiğimde danışmadan müze kartı alıyorum. Müze kartımın süresi dolmuş ve Hatay’da gezeceğim başka müzeler de var. Sanıyorum sabahın bu ilk saattlerinde, müzenin de ilk ziyaretçilerindenim. Danışmadaki görevli kadın, simit yiyor ve bana da simidinden tatmam için ısrar ediyor. Antakya’da simitlerin çapı çok büyük, insanların yürekleri de çok sıcak. 🙂
Hafta içi ve erken saatte gelmiş olmam, müzeyi tek başıma, sessiz sakin bir biçimde gezmem için iyi bir zamanlama oluyor. Şansıma günün ilk sinevizyon gösterisini de kaçırmıyorum. Gidecek olanlar varsa, öneririm. Yaklaşık on dakika kadar sürüyor. Eminim internette müze ile ilgili çok fazla bilgi bulabilirsiniz ama şunu söylemeden edemeyeceğim; o mozaikler beni resmen ağlattı. Taş filan değil, nakış gibiydiler ve öyle zarif öyle naif görünüyorlardı ki… Günümüzde bırakın yere-duvara o özenle mozaik işlemeyi, insana dahi o kadar özen gösterilmezken o mozaikler orada mitolojiden başka şeyler de anlatıyordu bana. Bu müzeyi anlatmak çok zor benim için, yalnızca görmeyeniniz varsa en kısa zamanda gidip görmesini isterim. Ankara’dan dokuz saatlik yola bakar. Özel aracınızla ya da uçakla giderseniz daha da kısa. Yutmi Cunyır’ın gözünden birkaç kare ile baş başa bırakıyorum sizi. Ama bu kareler müzenin onda birini bile anlatamaz, onu da belirtmek isterim. Benim en sevdiğim Fazıl Say bestelerinden biriyle gezelim mi müzeyi?
Müzeyi gezmem -tüm yazılanları okumamış olmama rağmen- yaklaşık iki buçuk saatimi aldı. Tüm salonları gezdikten sonra hemen dışarı çıkamadım. Girişteki büyük holde oturup, en son gördüğüm, ışıklar içindeki yazıyı düşündüm tüm gördüklerimle beraber; Deniz misali cömertlik, güneş misali şefkat, toprak misali tevazu… Yalın ama bir o kadar da derin. Ne güzel, çok doğru deyip geçebileceğiniz ya da içine girip kaybolabileceğiniz, bol aynalı zor bir yol. Ben bunları düşünürken, karşımda duran, gezmediğim ama müzenin sergi bölümünde de olmayan çok renkli bir salon ilişti gözüme. Burası oldukça büyük bir çocuk oyun salonuydu. Burada çocuklarla mozaik çalışmaları yapılıyordu. Müze küçük çocuklar için fazla büyüktü ve büyükler gezerken onlar sıkılmasın diye böyle bir bölüm yapılmıştı. Çocuk oyun salonunda görevli eğitmenler de vardı. Ne güzel…
Müzeden çıktığımda hava kapalıydı ama yağmur da kesilmişti. Oysa hava durumuna göre önümüzdeki iki gün yağmurlu görünüyordu ve ben bunun için biraz üzgündüm. Bulutların yükselmiş olması beni mutlu etti. Müzeye en yakın gideceğim nokta St.Pierre kilisesiydi. Yağmurun kesildiğini görünce müze görevlilerine kilisenin müzeye olan yürüme mesafesini sordum; yirmi dakikalık bir yürüme mesafesinde olduğunu öğrenince yürümeye karar verdim. Zamanım olduğunda ve mesafeler de çok abartılı olmadığında, yeni gördüğüm her yeri yürüyerek gezmeyi seviyorum. Diğeri sıradan turistik gezilere dönüyor çünkü. Evet, şehrin barındırdığı önemli tarihi ve turistik yerleri görüyorsunuz belki ama o şehrin yaşamına dokunma şansınız olmuyor. Oysa aynı ülkenin vatandaşı da olsak, aynı dili de konuşsak yaşam biçimlerimiz farklı. Bırakın şehirler arası farklılıkları, aynı ailenin içinde bile bambaşka kültürlere sahip insanlar yaşıyor. Neyi ve kimi ne kadar görmek ve anlamak istediğimiz de bizim seçimlerimize kalıyor. Neyse uzatmayayım, ben yürüyerek gezmeyi seçiyorum.
Müze, şehir merkezinin biraz dışında ama çok da uzağında denemez. Müzenin içini gördükten sonra dışarıda gördüklerim beni çelişkiye düşürüyor. Bunu yalnız burada değil, geri kalmış ülkelerin şık müzelerinden, hatta şık otellerinden çıktıktan sonra da hep yaşamışımdır. İçerideki o Avrupai görünüm ve yüksek standartların dışarıda olmayışı beni her seferinde sarsmıştır. Müzede gururlanıp gözlerim yaşarırken, dışarıda gözümü yaşartan başka bir şeydir.
Sanayi bölgesi olduğunu düşündüğüm cadde üzerinde yürürken gözüme bir ferforjeci ilişiyor. İnce demir işçiliği beni her zaman etkilemiştir. Kendimi tutamayıp atölyenin bahçesine dalıveriyorum. İs, pis en sevdiğim şey. Niyetim her detaya bakıp, biraz da fotoğraf çekmek ama öyle elini kolunu sallayarak birilerinin mekanına destursuz girmek de olmaz. Selam verip, gezmek için izin istiyorum. O an itibarıyla Türk misafirperverliğinden kaçmanız imkansız. Güler yüzle içeri buyur ediliyorum, atölyenin ustabaşı olduğunu düşündüğüm orta yaşlarda bir adam, bana yaptıkları işleri göstermeye ve anlatmaya başlıyor. Bir de güzel türk kahvesi ikram ediyorlar. Yalnız kalamadığım ve ustanın “bakın bu da var, bunu da çekebilirsiniz”lerini kıramadığım için istediğim gibi fotoğraf da çekemiyorum ama olsun. O atölyeyi gezmekten memnun bir şekilde ayrılıp, St.Pierre kilisesine doğru yola çıkıyorum.
Kiliseye ulaşmak için biraz rampa çıkıyorum ama çok da zor bir rampa değil. St.Pierre kilisesi bir göz salondan ibaret. Arkeoloji Müzesi’nden çıkıp buraya gelenler, bu bir göz kiliseyi görünce çok bozuluyorlarmış; “bu kadarcık şey için mi geldik buraya, bir de üzerine müze giriş parası ödedik” diye. :)) Aslında koca arkeoloji müzesi ile burasının giriş ücreti aynı olunca pek de haksız sayılmayabilir insanlar. Ama bu kilisenin en önemli özelliği mağara içine oyulmuş, hristiyanlığın ilk kiliselerinden oluşuymuş. Bunu bilmek ne değiştirir böyle düşünenler için bilmem ama ben yazayım da…
Kiliseyi gezmem fazla vaktimi almıyor. Aynı yokuştan -bu sefer inmenin verdiği rahatlıkla- şehir merkezine doğru yürüyorum. Şu google map’i yapana helal olsun :)) bununla kaybolmak neredeyse imkansız. Ama ben yine de zaman zaman Antakya sokaklarında kaybolmak istiyorum ve haritada gördüğüm ana caddeden değil de ara sokaklardan geçmeyi tercih ediyorum. İyi ki de öyle yapıyorum. Girdiğim sokaklardan biri beni pazar yerine çıkarıyor. Meyve, sebze pazarı… Oh ne güzel. Tam da ihtiyacım olan yer. Doktorun öğüdünü hatırlıyorum; “bol bol meyve ye”. Pazarcıdan özür dileyip, iki muz dört mandalina istiyorum. Bütün gün sokaklarda gezerken kiloyla meyve alsam nasıl taşıyacağım? Neyse ki buranın pazarcıları halden anlıyor ya da benim turist olduğumu anlıyor bilemiyorum, “hiç önemli değil” deyip, istediğim kadar meyveyi bana tartıyorlar. Çok da geniş olmayan meyveli sebzeli sokakta yürürken daha dar ve üzeri kapalı bir başka sokağa geçiyorum. Burada çok daha fazla ve çeşitli satıcı var. Meyve sebzenin yerini giyisi, yiyecek ve Hatay ürünleri alıyor. Meğerse uzun çarşının bir ucundan girmişim. Buradan da kendime açıkta satılan pidemsi bir yiyecek alıyorum. Künefe nasıl yapılıyor ona bakıyorum. Fırında, müze görevlisinin bana ikram ettiği simitten görüyorum. Evet artık Antakya sokaklarında kaybolmanın tadını almaya başlıyorum. :))
Daha gün bitmedi ama ben şimdilik bu bölümü bitireyim. Daha gezecek yerlerimiz, göreceklerimiz ve yiyeceklerimiz var. 🙂
03 Aralık 2018 Pazartesi, 17:22 at 17:22
Ne güzel gezmişsin Başakcım.
Tarih var, sanat var, kültür var, mutfak var, doğa var. Rengahenk bir yazı olmuş.
En güzeli de iyi insanlar çıkmış hep yoluna. Şanslısın ya da insandan anlıyorsun demeliyim. Ayrıca, atölyenin demir işçiliği çok iyi görünüyor.
Paylaştığın için teşekkür ederim.
Sevgiyle
03 Aralık 2018 Pazartesi, 18:47 at 18:47
Hataya, 2005 veya 2006 yılında gitmiştim, çok olmuş, yıllar adeta uçup gidiyor.
Gittiğim yerlere tekrar gitme fırsatı yaratamıyorum, gitmediklerimi tercih ediyorum.
Başakcım sayende yenilendim, adeta Hatayı tekrar gördüm.
Sağol, yutminin de senin de yüreklerinize sağlık.
04 Aralık 2018 Salı, 09:21 at 09:21
Tabi ki Hatay… ve hep Hatay… O şehir beni benden alıyor her seferinde, neden bilmem ama en çok o eski halini seviyorum. Değişim oraya göre değil ya da olmasın bence, oranın kültürü ve insancıllığı yeterli 😉 ve tabi ki o ara sokaklar defalarca kaybolduğum, kaybolacağım.. Yeniden gezmiş kadar oldum Başak hocam.
Sevgiler..
04 Aralık 2018 Salı, 09:25 at 09:25
Uzakken yakınımda olup bana yol gösterdiğin, mutluluğumu paylaştığın için teşekkür ederim Cimcime’cim. 🙂
04 Aralık 2018 Salı, 12:54 at 12:54
Aslında ne büyük ayıbımız…burası gibi gezip görmediğimiz ne çok yer var memlekette…hele bir mimar olarak bunu yapmamış olmamız daha da ayıp, iyi ki senin gibi gezip görenler varda sayenizde görüyoruz 🙂 teşekkürler Başak, gez, gör ve anlat bize :))
04 Aralık 2018 Salı, 14:49 at 14:49
Başakcım müzik anlatıma çık yakışmış…Her ikisi de çok güzel.
05 Aralık 2018 Çarşamba, 10:35 at 10:35
Okurken kıskandım mı? Eveet:)) Ne zamandır gidilecek yerler listesinin başlarında Hatay. Sen de çok güzel gezmiş çok da güzel anlatmışsın. Teşekkürler…
05 Aralık 2018 Çarşamba, 18:27 at 18:27
Başak, ne güzel anlatmışsın. Harika, harika….