BETON (SİNOP)
“Betona oturma dedi” balıkçı. “Beton soğuğu çeker”. Konuşurken, elindeki ağa takılmış bir balığı daha ağdan kurtarıp yanındaki kutuya attı. Elleri değişikti. Parmakları kalınlaşmış, deri neredeyse kabuk halini almıştı. Her sabah gün doğmadan denize açılıyor ve günlük ekmeğinin peşine düşüyordu. Her gün tenine değen deniz suyu, yazın sıcağı, kışın soğuğu, ağlar ve tuz ellerini değiştirmiş olmalıydı. “Sabahın bu saattinde bizden başka kimse olmaz buralarda, sen de erkencisin…??” diye soran gözlerle baktı boynumda asılı duran Yutmoğraf’a… Güneşin doğuşunu izlemeyi ve fotoğraf çekmeyi sevdiğimi söyledim. Bu sabah, güneşin doğuşunu çekeceğim diye, gecenin henüz terketmediği karanlığında düşmüştüm yollara. Sinop’da, o kum saatinin tam da daraldığı noktada, Sinop Cezaevi’nin önünden limana sallanmıştım.
“Yazın daha hareketli olur buralar, kışın pek kimse gelmez.” dedi balıkçı. Belli ki bir çok insanın yazın gelmeyi tercih ettiği bu şehre sezon dışı gelişimi garipsemişti. Kalabalığı pek sevmediğimi, onun için bir yere gideceksem sezon dışı gitmeyi tercih ettiğimi söyledim. Bir de “Sonbahar” filminde gördüğüm o fırtına sahnesi ile karşılamayı umuyordum. Oysa hava günlük güneşlikti. Bunu söylediğimde balıkçı bana “Sen ne yapıyorsun, bizi aç mı bırakacaksın, yalnız kendini düşünüyorsun gibi geldi bana. Fırtına olursa denize açılamayız. Bir gün denize açılamamanın zararı yüz lira”. dedi. Utandığımı görünce de ” Amaan olsun, ne olacak canım bir günden bir şey olmaz. Ölmeyiz ya…” dediğinde daha da utanmıştım. Ne diyeceğimi bilemeyip, “Öte yanda fırtına olsun burası sakin olsun öyle olmaz mı ki?” diye saçmaladığımda güldü. Sohbet uzayınca yere oturmuştum. “Betona oturma beton soğuk çeker.” dedi bir kere daha.
Eşi Ankara’da okumuş bir dönem. Ankara’lı olduğumu söyleyince hoşuna gitti. “Çoluk çocuk?” dedim. “İki tane var” dedi “biri kız, biri oğlan”. Kızına dargınmış. Evlendiği adamın ailesi ile aynı evde oturuyorlarmış. Kızını okutmuş ama kız çalışmıyormuş. Ona da kızıyordu. Kendi düzenini kurmasını, ayakları üzerine basmasını istiyormuş. Öyle dedi. Damadın ailesi biraz yobazmış. Yobaz sözcüğünün anlamını bilerek kullanıyorsa aydınlık biri olmalı bu balıkçı diye düşündüm. Hem kızını da okutmuş bak. “Peki ya oğlun? O da okuyor mu?”. Sigarasından derin bir nefes çekti. “Bizim oğlan betona çok yanaştı.” dedi. Gitti gitti beton duvarlara başını yasladı. Yapma oğlum üşüteceksin dedik, dinlemedi. Beton soğuk çeker. Bizim oğlan kulaklarını üşüttü. Hastalandı, kulakları iyi duymaz oldu. “Ne diyeceğimi bilemedim, lafın gerisini ona bıraktım. Devamını getirmedi. Bana döndü “onun için diyorum sana deminden beri betona oturma, beton soğuk olur, taş soğuk olur, soğuğu çeker, insanın böbreklerine işler, ciğerine işler, hasta eder adamı.” Baktım balıkçı gerçekten huzursuz yere oturmamdan. Sandala da inemiyorum sandal balık dolu ve ıslak. Sandalın yanında, iskeleye asılı büyükçe bir araba lastiğinin üzerine çıktım oturdum bende. “Ha şöyle” dedi. “Betonda üşüteceksin, hasta olacaksın”. “Peki siz?” dedim. “Siz hep balıkçılık mı yaptınız?”. “Yok” dedi “ Emekli olduktan sonra düşündüm ne yaparım diye, en iyi bildiğim şey balıkçılık, ben de balıkçılığa başladım.” “Nereden emekli oldunuz?” diye sordum. Gözünü önündeki işten ayırmadan, eliyle karşıyı gösterip “Sinop Cezaevinde Gardiyandım” dedi.
* * *
SİNOP CEZAEVİ
Saat sabahın sekizi. Otobüs Kastamonu’da rötar yaptığı için Sinop’a iki saat geç vardık. Ayça dokuza kadar uyuduğunu söylemişti. Ben de O uyanana kadar Sinop’a inmek istemiştim. Servis aracı Sinop Cezaevi’ne yaklaştığında -biliyorum çünkü haritadan bakıp gelmiştim- servisten indim.
Solumdan da deniz görünüyordu, sağımdan da. Solumda kale surları vardı. Sağımda da kale surlarının içinde kalmış Sinop Cezaevi. Diyojen ise içinde yaşadığı fıçısı ile beraber, doğup büyüdüğü bu şehre misafir gelenleri karşılıyordu (bu benim uydurmam. Diyojen’in hiç bir şeyi sahiplenmediği, sahiplenmeye karşı bir yaşam felsefesi olduğu düşünülürse ev sahipliği de yapmazdı herhalde 🙂 ). Diyojen’in yaşam felsefesi ilginç. Merak edenler için yazının sonuna ekleyeceğim.
Cezaevi’nin sabah 8’de açıldığını görünce, kapıda biletimi kestirip içeri daldım. Cezaevi o saatte bomboştu. Ziyaret için çok erken bir saatti. Dışarıda güneş olmasına rağmen taş ve betondan oluşan bu kütlenin için soğuktu. Ulucan’lar gibi “restore” edilmemişti. Paslı demir kapılar, taş binalar, yüksek duvarlar, tel örgüler ve içinde yaşanmışlıkların geride bıraktığı o ağır hava. Özgür bir insan olarak dolaştım avluda. Oturup bir banka, bahçedeki ağaçlara, havadaki bulutlara baktım tek tek. Kilitleri kaldırılmış demir kapılardan özgürce geçtim. Kapısı açık hücrelere, koğuşlara özgürce girip çıktım. Parmaklıkların, tel örgülerin ardından özgürce baktım denize, istediğim zaman oraya ulaşabileceğimi bilerek… Aklıma Sabahattin Ali’nin duvar öyküsü geldi;
“…
Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir zindana kapamak ona en büyük iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey, hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir. On adım ötede en büyük hürriyetlere götüren denizi dinlemek ve sonra aradaki kalın kale duvarlarına gözleri dikerek bakmaya, denizi yalnız muhayyilede görmeye mecbur kalmak az azap mıdır? Bahçede insanın ayakucuna inerek ekmek kırıntılarını toplayan ve aynı hürriyetsiz topraklarda sağa sola adım atan bir kurşun bir kanat vuruşuyla bu duvarları aşarak serbestliklerle kucaklaşmaya gittiğini görmektense, nefes almaktan başka hürriyeti hatırlatacak hiçbir şey bulunmayan bir yerde kapanmak daha iyi değil midir? …”
Sinop Cezaevi ile ilgili yazmaya devam edemeyeceğim. Tıpkı Sabahattin Ali’nin yattığı koğuşta onun için söylemeye başladığım “Aldırma Gönül” ün ilk kıtasından sonra sesimin çıkamayışı gibi… Hani kabus görürken bağırmak isterseniz var gücünüzle ama sesiniz bir türlü o boğazdan çıkmaz ya…
“Ses dağılmıyorsa saklı kalıyorsa havada
İhtiyar çınar ağaçlarının uçlarında
Roma, Bizansi Selçuklulardan yadigar
Sinop’un o ünlü kale duvarlarında,
Bir gün kesinlikle toplanacak
Çelik bir iğnenin ucunda
Efendi, kibar, kalın, mağrur
Deniz suyuna karışmış
Ne kadar boğuk, ne kadar derinden geliyor.
…” Berin Taşan / Sinop Cezaevi Savcısı
Ben daha fazla yazamayacağım ama merak edip araştırdığım birkaç şeyi aktaracağım. Ankara’ya dönünce iki kitabın peşine düştüm. Bunlardan biri Berin Taşan’ın “Bir Tanığım Kalsın” adlı kitabı idi. Berin Taşan 1965-1974 yılları arasında burada görev yapmış bir savcı. Aynı zamanda şair. Diğer kaynaklardan edindiğim bilgilere dayanarak kendisinin Sinop Cezaevi’nin kötü imajını yerle bir eden adam gibi bir adam olduğunu öğrenince kitabını da okumak istedim. Ama ne yazık ki bulamadım. Yukarıdaki şiirin dizeleri de ona ait.
Bir diğer kitap da Tolga Ersoy’un “Sinop’un Hanı” adlı kitabı idi. İkisini de kitapçılarda bulamadım. Milli Kütüphane’ye taşındım. Berin Taşan’ın kitabı yokmuş, Tolga Ersoy’un kitabını da yarım saatte getireceklerini söyleyip bir saat sonra elime tutuşturdular. 1997 Basım tarihli kitabın arka kapak yazısı, bugünkü durumu düşününce ilginç geldi; “1997. Katillerin, hırsızların, halk ve insanlık düşmanlarının serbestçe gezindiği; düşünenlerin, aydınların ve devrimcilerin cezaevlerini doldurduğu bir ülke! Tüm ülke giderek bir cezaevine dönüşüyor, sanki demokrasi denilen şey cezaevi sınırlarının genişliği ile bağlantılı.“
“…
Gözlerin uzağa bakar
Kimden ne beklediğin var?
Yarsemtinden gelen rüzgar
“Seni unuttu!” der gelir.
Sabahattin Ali / Hapishane Şarkısı 2
“…
Düşündü genç adam
Kulaklarında ezgisi dalgaların
düşündü günler ve geceler boyunca
-ki otuz yaşına
ataktı
cesur ve
inatçıydı…
Düşündü genç adam
Düşündü yeniden
anlamını
ölümün
hayatın
kavganın
-ki otuz yaşına
yeni varmıştı daha-
ve kalbi
belki her zamankinden çok
büyük, güzel
güzel ve haklı
arzusuyla çarparken
ömrün
onbeş yılını
Sinop zindanının
surları arasında bırakmak
…
Kalbi tutuşurcasına
beyni çatlarcasına düşündü
Düşündü: Ne yapmalı?..”
Ataol Behramoğlu / Mustafa Suphi Destanı’ndan
DİYOJEN HAKKINDA;
Diyojen yoksulluk içinde yaşadığı, halka açık yerlerde yatıp kalktığı ve yiyeceğini dilenerek topladığı halde, herkesin aynı şekilde yaşaması gerektiğini savunmamıştır. Kişinin en kısıtlı yaşam koşullarında bile, mutlu ve bağımsız olabileceğini göstermeyi amaçlamıştır. İnsanın kendi kendine yeterli olabilmesi gerektiğini savunmuştur. Uygarlaşmanın getirdiği kurallara ve araçlara bağlı olan bir yaşamı reddetmiş, yaşamın doğal ve sade olması gerektiğine inanmıştır.
Kendi açısından sade ve doğal, toplumsal değerler açısından ise sefil denebilecek bir yaşam sürer. Ona göre, sade bir yaşam tarzı, sadelikten başka, örgütlenmiş, dolayısıyla uzlaşımsal toplumların görenek ve yasalarını da önemsememek anlamına gelir. Diyojen, doğaya aykırı bir kurum olan ailenin yerini, kadınların ve erkeklerin tek bir eşe bağlı olmadığı, çocukların ise bütün toplumun sorumluluğunda bulunduğu doğal bir durumun alması gerektiğini savunmuştur.
(Kaynak; http://tr.wikipedia.org/wiki/Diyojen )
07 Şubat 2013 Perşembe, 23:37 at 23:37
Hocam çok teşekkürler… Daha yazıyı okumandan ilk yorum benden 🙂
07 Şubat 2013 Perşembe, 23:55 at 23:55
Bu da benden olsun bu yazı üzerine…
http://www.youtube.com/watch?v=7jVug3q49Os
07 Şubat 2013 Perşembe, 23:59 at 23:59
Şimdi tamam oldu işte.
Sağolasın Selçuk’cum 🙂
08 Şubat 2013 Cuma, 09:08 at 09:08
Muhteşem bir yazı olmuş, balıkçı ile ilgili bölümü okurken, Sabahattin Ali’nin öykülerinden birini okuyormuş gibi hissettim, çok iyiydi… Adamın hayatı roman olur…
08 Şubat 2013 Cuma, 11:48 at 11:48
Fotograflar cok guzel.. Eline saglik Basak..
08 Şubat 2013 Cuma, 11:49 at 11:49
En büyük cezaevi taş duvarların, demir parmaklıkların değil, insan kafasının içidir. ..Lovelace
08 Şubat 2013 Cuma, 13:06 at 13:06
Fotoğraflar, şiirler, şarkılar, alıntılar… ne güzel olmuş:-)
08 Şubat 2013 Cuma, 14:02 at 14:02
Başak’çım “Beton” çok güzel bir öykü. Okuyunca durdum kaldım bir müddet. Sinop Cezaevi’ni yıllar önce görmüştüm. Bir yaz günüydü ama çok üşümüştüm. Fotoğraflara bakarken aynı üşüme hissi geldi buldu beni.
Teşekkürler…
Bir de Alkatraz Kuşçusunu beraber izlesek ya!
08 Şubat 2013 Cuma, 14:38 at 14:38
üç yıl yaşadığım şehir,
onlarca kere gittiğim cezaevi,
ama beton ayrı bir anlatım…
…eline sağlık..
08 Şubat 2013 Cuma, 15:18 at 15:18
GÖRÜŞ GÜNÜ
Bugün görüş günümüz
Dost kardeş bir arada
Telden tele
Mendil salla el salla
Merhaba!
İzin olsun hapishane içinde
Seni
Senden sormalara doyamam
Yarım döner cıgaranın ateşi
Gitme dayanamam
Enver Gökçe
Teşekkürler Başakcığım,
Sevgiyle
Servet
08 Şubat 2013 Cuma, 17:33 at 17:33
Sevgili Başak, çok insan bir yazı..Tanıdık ve sıcacık..BETON..
09 Şubat 2013 Cumartesi, 11:35 at 11:35
Başak’çım, öyle güzel bir öykü ki Beton… Böyle öyküler okuduktan sonra insan ne söyleyeceğini bilemiyor. Düşünceler peşpeşe koşuyor kafasında insanın ama ağzından bir şey çıkmıyor… Erdal Öz diyor ki, güzel öykü bir başkasına anlatılamayan öyküdür. Öyle işte, donup kaldım. Adı soğuk olsa da, beni sımsıcak yakalayan öykünü yaşıyorum şimdi…
Gönlüne sağlık.
09 Şubat 2013 Cumartesi, 21:58 at 21:58
Başakcım Beton her şeyi dozunda çok güzel bir öykü. Bayıldım, eline sağlık. Sinop cezaevine yıllar önce gitmiştim. Bana o seyahati yeniden yaşattın. Şiiirler, müzikler, fotoğraflar, öykün ve gezi yazısıyla harika bir sunum olmuş. Teşekkürler.
09 Şubat 2013 Cumartesi, 22:04 at 22:04
Hikaye ve fotoğraflar her zamanki gibi güzel, diyojen ise enteresan 🙂
11 Şubat 2013 Pazartesi, 01:00 at 01:00
Ahhh Başak,
Ben doğma büyüme ve kaaaaaç yıllık Sinop’luyum ama o çok sevdiğim özel şehrimi hiç böyle beton soğuğunda sıcacık duygularla anlatamadım. Cezaevini ilk dolaştığımda birinci avludaki incir ağacının altında neler düşündüğümü ve duygularımı… Deniz soğuğundan kararmış yüzlerindeki derin çizgilerin en az on sene yaşlandırdığı genç balıkçıları… Ve onların kendilerine has lisanları ve yaşam biçimlerini… Yaşanılan heryerde olduğu gibi Sinop’ta da çok öykü var. Duygulandım ve öyle çok anıya daldım ki.
Teşekkür ediyorum.
11 Şubat 2013 Pazartesi, 09:31 at 09:31
Bu bölümün benim için ayrı bir yeri, ayrı bir heyecanı vardı. Sinop’ta cezaevinden etkilendiğim kadar, balıkçı ile tanışmaktan ve onunla geçen konuşmalarımızdan da etkilenmiştim. Biri geçmişi içinde barındıran ama artık bomboş bir mekan, diğeri ise içinde geçmişi barındıran ama yaşayan bir varlık… Balıkçı ile başlayıp, oradan Sinop Cezaevi’ne geçerim dediğimde her zamanki gibi başladım yazıma. Ama ilerledikçe “Beton” öykü gibi gelmeye başladı bana. Son cümleyi yazdığımda ise gerçekten çok şaşırmıştım. Galiba öykü oldu bu dedim. Şaşırdım çünkü ben öykü yazmam, yazmak gibi bir hevesim de olmadı, üstelik yazamam gibi de gelir bana 🙂 Ama bu nasıl oldu bilmiyorum. “Dur bakalım” dedim kendi kendime “sana öyle geliyor olabilir. Öykü grubundan arkadaşlar (öykü yazan arkadaşlarım) nasıl tepki verecekler. Belki de sen öykü sanıyorsundur.” Gelen bir kaç tepkiye bakılırsa evet öykü sayılır bir yazı olmuş bu “beton”. Tabii değişik duygular kapladı içimi.
Bu duygular da karışık biraz 🙂 Öykü ile haşır neşir arkadaşlarımdan “beton” a dair yazdıklarından sevinçli bir utanç duydum(ancak böyle tarif edebiliyorum). Sinop’lu bir arkadaşımın yazdıklarından tuhaf ama bir o kadar da hoş tatta bir hüzün duydum 🙂
Hepsinden öte, duygularımızı birlikte yaşadığımız, paylaştığımız için çok büyük bir mutluluk duydum. Yazamadan da paylaşan arkadaşlarım var biliyorum 🙂 Ama ben evrenle Cem Yılmaz’ın dalga geçtiği gibi dalga geçmeyeceğim, çünkü eminim o duygular da evren de bir yerde… Bir şekilde bize ulaşıyor. Biraz daha ulaşımı zor oluyor ama olsun :)))) Yazarak ya da yalnızca gönülden paylaşan herkese de çok teşekkür ederim 🙂
11 Şubat 2013 Pazartesi, 10:47 at 10:47
Başak’çım günaydın,
Beton, çok etkileyici bir öykü olmuş okurken çok duygulandım. Fotoğrafların ve müzik hepsi çok güzel emeğine sağlık.
Sevgiler…
12 Şubat 2013 Salı, 13:19 at 13:19
harika başak. eline sağlık. tekrar orayı ziyaret etmiş gibi oldum….
12 Şubat 2013 Salı, 15:54 at 15:54
Bazen hayat kendi kurgusunu içinde taşıyor, hiçbir “fantastik” kurgunun yapamayacağı kadar. Orada öylece duruyor. Onu fark edebilmek için de, aramak, merak etmek gerekiyor. Yutmi’ye teşekkürler.
Bir İskandinav halk şarkısını dinledim fotoğraflara bakarken. Çok uygun düştü gibi geldi bana.
http://www.youtube.com/watch?feature=player_embedded&v=bWjCblSlO_8
13 Şubat 2013 Çarşamba, 01:09 at 01:09
:)Başakcım, duyarlılığın, içtenliğin, derinliğin, kaleminde, Yutmi’nin yuttuklarında hep var.
Öyküyü öykü yapan; yaşanılanın, içte ya da dışta görülenin nasıl anlatıldığı olsa gerek. Sıcacık öykünü severek okudum. Yüreğine, eline, kalemine sağlık, tabii Yutmi’nin bakışına da…
Sevgilerimle,
Şirin