Arkası Yarın…
“Sana anlatamadıktan sonra gördüklerim neye yarar.”
Barış Bıçakçı / Aramızdaki en kısa mesafe
Birkaç gündür evdeyim. Evren bana kıyak geçer derim ya bazen, bu da öyle zamanlardan biri. Geçen çarşambadan beri gideceğim tüm işyerlerinde başka işler çıktığından, bu bir kaç günü evde sakin sakin geçirme şansım oldu. Hem ağzının içinde onca dikişle insanın canı da pek konuşmak istemiyor. İşlerin ertelenmesi bu açıdan iyi oldu. Böyle zamanlarda en güzel eğlencelerimden biri kitap okumak. Sessiz, sakin, konuşmadan :)))
Zaten bu aralar Yutmi’de biraz durgun. Neyin var dedim geçen gün “hiç” dedi. Biraz sıkıştırdım; geçenlerde beni biriyle yazışırken görmüş, onun bir üst modelinden söz ediyormuşum. Doğru, bir arkadaşımın sorusunu yanıtlıyordum. Biraz korkmuş biraz da kıskanmış onu bırakır da bir üst modele geçersem diye.. 🙂 Çok güldüm. Ona kendisini sevdiğimi ve şimdiye kadar sevdiğim hiç bir şeyi, bir üst modele geçmek için bırakmadığımı anlattım. Bana inandı ama hala biraz hüzünlü. Çocuk işte… 🙂 Hala aklıma geldikçe gülüyorum. Oysa birlikte yaşanmışlıkları bırakmanın benim için ne kadar zor olduğunu bir bilse… Benim için ne kadar değerli olduğunu… Tüm bunları neden anlattım, çünkü bir süre yazı ve müziklerle idare etmek zorunda kalabiliriz. Bizimkinin keyfi yerine gelene kadar. Ama çok uzun sürmez ben onu neşelendiririm.
Neyse nerede kalmıştık… Konuşmak zor geliyor ama yazmak değil 🙂 Okuduğum kitaplardaki bir hikayeyi paylaşayım istedim ben de. Öykünün adı “Hala Kızları Radyosu”, yazarı Barış Bıçakçı. Aslında ben öykünün içindeki öyküyü paylaşacağım sizinle 🙂 Üç kız çocuğu radyo taklidi yapan ablalarında bir öykü kanalı buluyorlar. Ve altta paylaştığım öyküyü dinliyorlar. Öyküye başlamadan önce aklıma gelen birşeyi anlatmak ve ananeme buradan selam yollamak istiyorum.
Ananem ben 10 yaşlarındayken geçirdiği bir rahatsızlıktan sonra yürüme zorluğu yaşadı ve daha çok eve bağlandı. O zamanlar televizyon 24 saat yayın yapmıyordu ve çeşit çeşit kanallar yoktu. Gündüz evin içindeki tek ses radyoydu. Ananem arkası yarınları ve radyo tiyatrolarını hiç kaçırmazdı. Birde ajansı 🙂 Onu ziyarete gittiğim zamanlar sabah saat 10 dedi mi arkası yarını dinlemeye başlardı. Onun bir de öğleden sonra tekrarı vardı ama hangi saati şimdi hatırlamıyorum. Sabahkini kaçırırsa öğleden sonra olanı dinlerdi. Ben de onun dizinin dibine oturup, onunla birlikte arkası yarın dinlerdim. Bazen de radyo tiyatrosunun bir köşesinden dahil olurdum ananeme. O da her seferinde bana “başını bilmeden ne anlıyorsun, nasıl dinliyorsun bilmem?” diye sorardı. Ama benim için başını bilip bilmemek farketmezdi. Ben ananemin o arkası yarın seremonisine katılmayı severdim. Bazen arkası yarın saati bitince ananeme başlarda ne olduğunu anlattırır bazen de kafama göre bir senaryo yazardım. Olayların bilmediğim kısımlarını kafamda kurgulama huyum sanırım o günlerden kalma bir şey 🙂
Yine çok konuştum (İnsan içinden daha çok konuşuyor biliyor musunuz? En azından ben öyleyim) öykümüze geçelim.
* * *
“…
“Kamil Fikri’nin ‘İskete’ adlı hikayesini kaldığımız yerden okumayı sürdürüyoruz.”
“Günler geçmiş ama çocuk isketesinden henüz bir haber alamamıştı. Pencerede bir tıkırtı duysa hemen cama koşuyor, kapı çaldığında bile yüreği ağzına geliyordu. Bazı geceler uyumadan önce haritayı açıp Sinop’un çok uzak olup olmadığını anlamaya çalışıyor…
Ankara’dan Sinop’a giden yolun yokuş yukarı olduğunu düşünerek üzülüyordu. İsketesinin gücü yetecek miydi?
Böylece günler haftalar geçti. Çocuk çok sevdiği kuşunun ötüşünü, tüylerinin rengini, tek gözünü dikip bakışını neredeyse unutmaya başlamıştı. Bir gün sokakta saklambaç oynarken saklandığı yerde, bir bahçe duvarının arkasında, bir güvercin gelip omzuna kondu. Öyle korktu ki, neredeyse bağırarak kaçacaktı. Biraz sakinleşince güvercinin boynunda bir mektup olduğunu gördü. Güvercini ürkütmekten çekinerek titreyen elleriyle mektubu aldı.
Mektup isketesinden geliyordu. Hemen orada okudu. Sevgili kuşu sağ salim Sinop’a varmıştı. Yolculuğu iyi geçmişti. Yüksekçe bir dağı aşarken bulutların içine girmiş ve hiçbir şey göremediği için biraz korkmuştu. Ama yolların, ağaçların, tepelerin yamaçlarındaki kırmızı kiremitli evlerin ve uçsuz bucaksız maviliğin güzelliği bambaşkaydı. Sonra deniz… Denizi de görmüştü. Daha doğrusu önce duymuştu. Kocaman bir çift kanadın çırpılışı gibiydi.
Çocuk isketesinin mektubunu okurken ötüşünü duyar gibi, tek gözünü dikip baktığını görür gibi oldu. Omzundaki güvercinin uçtuğunu fark etmedi. Güvercin, aç olup olmadığı sorulmadığı için biraz kırılmıştı. Ama çocuk bunu düşünemeyecek kadar heyecanlıydı.
Yine günler haftalar geçti. Çocuk artık güvercinleri gözler olmuştu. Bir sabah pencerede bir tıkırtıyla uyandı. Açıp baktı, boynunda mektupla bir güvercin duruyordu. Mektubu aldı, güvercine biraz beklemesini söyledi. Az sonra ekmek ve suyla geri döndü. Karnını doyurup parmağıyla başını okşadıktan sonra güvercini yolcu etti. Kalbi duracak gibiydi.
Yatağına uzandı, biraz sakinleşince mektubu okumaya başladı. İsketesi Edirne’ye gitmişti. Kıyı boyunca uçmak, bilse ne kadar güzeldi. Su ile toprak arasına bir çizgi çeker gibi. Denizin korkutucu bir güzelliği vardı, bütün kuşları çağırıyordu. Ama toprak daha dosttu, çağırmasına bile gerek yoktu, ağaçları yeterdi.
İskete yolculuğunu, gördüğü yerleri öyle güzel anlatıyordu ki, çocuk defalarca okudu mektubu. İsketenin sağ kanadındaki hafif bir ağrıdan şikayet ettiği cümleyi neden sonra fark etti. Ötüşüne benzeyen cümlelerle kendini kaptırdığından bu şikayeti kavrayamamıştı.
Üçüncü mektup çocuğun ailesiyle çıktığı tatilden dönüşünde geldi. Daha doğrusu kim bilir ne zaman gelmişti de, evde kimsenin olmadığını gören güvercin balkona yuva yapmış, bekliyordu.
Mektup Balıkesir’den geliyordu. Marmara Denizi’nin altında pırıl pırıl yattığı uzun deniz yolculuğunu, güneşin ona eşlik edişini, denizle bir ırmağın birleştiği yerde konaklayışını, sazlıklardaki arkadaşlarının muhteşem korosunu anlatıyordu. Mektup bütün bu güzel şeyleri gölgeleyen bir haberle bitiyordu. Sağ kanadındaki ağrılar artınca iskete bir veterinere gitmek zorunda kalmıştı. Veteriner ona, mektup yazmayı bırakmasını yoksa yakında kanadını hiç kullanamayacağını söylemişti. Kanatların yazmak için değil uçmak için olduğunu hatırlatmıştı. Dolayısıyla bir süre mektup yazamayacaktı.
Çocuk bu habere çok üzüldü. Hem kuşunun uçmasının tehlikeye girmiş olmasına hem de o güzel mektuplarını artık okuyamayacak olmasına.
Aradan aylar geçti. Çocuk gökyüzüne bakmamayı, güvercinleri gözlememeyi öğrendi. Mektupsuz her gün isketesinin iyileşmesi demekti.
Baharın başlarında bir gün okuldan dönerken çantasının üzerine beyaz bir güvercin kondu. Çocuk hemen anladı, sevinse mi üzülse mi bilemedi. Simitçiden bir simit alıp küçük parçalara ayırarak güvercine verdi. Onu yolcu etti. Koşar adımlarla eve gitti, mektubu okumaya başladı. İsketesi bu kez hangi şehirde olduğunu yazmamıştı, çünkü bir kafesin içindeydi. Mektup yazmayı bıraktıktan sonra gerçekten de kanadındaki ağrı azalmıştı. Ama uçtuğu, gördüğü yerleri çocuğa anlatamamak bir süre sonra ona ağır gelmeye başlamıştı. ‘Sana anlatamadıktan sonra gördüklerim neye yarar!’ diyordu. Kafeste kanatlarına ihtiyacı olmadığından rahatça yazabilecekti. Sahibi arada sırada kafesini dışarı, bahçeye çıkarıyordu. Bahçe ilginç bir yerdi. Birkaç tane iğneyapraklı ağaç, bir asma ve pek çok çiçek vardı. Sahibi de ilginç biriydi. İhtiyar bir adam. Bastonla yürüyordu. ‘Sana ihtiyar adamı ve bahçeyi anlatan mektuplar yazabilirim. Hem kim bilir belki sahibim bir gün beni sana getirir,’ diye bitiriyordu mektubunu.
Çocuk gözyaşlarını silerek mektubu yastığının altına koydu. Önünde yine beklemeyle geçecek günler, aylar vardı.”
“Kamil Fikri’nin ‘İskete’ adlı hikayesi burada sonra erdi. Yarın yeni bir programda buluşmak üzere hoşça kalın.”
Aramızdaki En Kısa Mesafe / Hala Kızları Radyosu / Barış Bıçakçı
Sizin de aklınıza Can Yücel’in o şiiri geldi mi kitabın adını okuyunca? Benimde aklıma ilk o geldi 🙂 Hadi onu da analım 🙂
En uzak mesafe ne afrikadır
ne çin
ne hindistan
ne seyyareler
ne yıldızlar geceleri ışıldayan
en uzak mesafe iki insan arasındaki mesafedir
birbirini anlamayan.
10 Mart 2013 Pazar, 12:31 at 12:31
Canım Başak, gri bir pazar gününü ışıldattın yine, biraz hüzün bol sevgiyle:)
10 Mart 2013 Pazar, 19:30 at 19:30
Sen de bize öyle çok öyle güzel öyküler anlattın, öyle güzellikler gösterdin ki birkaç kitaba bedel.
Ananen, anneanneler, babaneler hakkaten çok özel insanlardır. B.Bıçakçı”nın ananesini de biryerlere sıkıştırsan.. “Ananem ve ben…Biz.. Biz ölüme karşıyız.” Okuduğum anda, bunu ben yazsaydım demiştim.
Teşekkürler Başakcığım.
Sevgiler,
10 Mart 2013 Pazar, 21:39 at 21:39
Servet Abi’cim,
Esas beni hiç yalnız bırakmadığınız için ben size teşekkür ederim.
Barış Bıçakçı’nın bahsettiğiniz öyküsü beni de çok etkilemişti.
Gerçekten güzel bir öykü…
Ama “hala kızları radyosu” benim için özel bir öykü.
Yine de sizin için ve sizin yazınızdan sonra merak edenler için ekliyorum 🙂
(9.satır 3. sırada. Ayrıca bu kitaptaki diğer öykülerden de var)
http://www.tumblr.com/tagged/aram%C4%B1zdaki%20en%20k%C4%B1sa%20mesafe