Alem buysa kral sensin
Romantik Yol gezisinde güzel bir şeyler olacağını tahmin ediyordum ama bu kadarını beklemiyordum. Hatta tarih yaklaştıkça biraz isteksizlik bile oluşmuştu. Belki de Avrupa’ya şimdiye kadar hep iş için gittiğimdendir. Ne kadar sürprizli olabilirdi ki? Uzakdoğu, Afrika, Güney Amerika ülkeleri dururken… Ama gördüklerim karşısında gerçekten heyecanlandım. Öyle temiz ve düzenliydi ki bir süre sonra bu düzenden rahatsız olmaya başladım sanki. Eee bünye alışık değil tabi bu kadar steril ortamlara. Bir başka hoşuma giden şey de; çokça bisiklet, bisiklet yolu ve bisiklet park yeri olmasıydı. Hatta Münih’te çok katlı bisiklet otoparkı bile gördük.
Musluktan su içilebiliyordu sonra… Benim gittiğim ülkeler öyle abzürt yerler ki genellikle bırakın musluktan su içmeyi, musluktan akan su ile dişlerinizi bile fırçalamamamız gerektiği konusunda uyarılırsınız. Bir de yolda bir kaç kere küçük şaşkınlık yaşadım. Gerçekten de arabalar siz kaldırıma yaklaştığınızda duruyorlar. Sonra ne yeşil alanlarda, ne akarsularda, ne göllerde, ne parklarda, ne de sokaklarda çöp yok. Ne ilginç değil mi?
İlk yazıda unutmuşum; bu sefer rotamızı gösteren haritayı da koyayım yazıya. Meşhur bir harita bu; internette “romantik yol” yaz, mutlaka bu harita çıkar. :))
İlk günün ikinci durağı; Linderhof Sarayı. Saraya giden yolda güzel bir çayır çimende durup, sarı kır çiçekleri ve Alp Dağları manzaralı fotoğraf çekmeden olmaz. Dağlar, dağların eteklerindeki ormanlar, temiz düzenli yerleşim bölgeleri… Bunlar her zaman saraylardan ve şatolardan daha çok ilgimi çekmiştir. Ama yapacak bir şey yok, her devrin sarayları var anlaşılan. Baksanıza bin sekizyüzlü yıllardan ikibinli yıllara gelmişiz, hala bir saray merakıdır gidiyor. Saray deyince de altınsız, süssüz püssüz fışkıyeli havuzsuz saray olmaz.
Buyurun şöööyle bir dışarıdan gezelim Bavyera Kralı II. Ludwig’in “en küçük” sarayını.
“Aaaa sarayın arkasındaki vinç de neyin nesi?” demeyin, zira anladığım kadarıyla Almanya’da her şey sürekli elden geçiriliyor, bakımı yapılıp, yenileniyor. Adamlar yıkıp yeniden yapmak yerine eskiyi koruyup restore etmek üzerine bir kültürle yetişiyorlar herhalde. Ne acayip… Restorasyonları da bizimkilerle kıyaslamamak lazım kesinlikle. Mesela biz de yeni Ishak Paşa Sarayı’nı restore etmişiz. Bu bölümden sonra sıra ona geliyor. Varın siz karar verin. Hoşap Kalesi’ni gördünüz zaten. Valla yeri geldi söylemeden edemeyeceğim artık; üstelik de bir hafta arayla bu iki farklı yaklaşım, bende kaşıntı yaptı. Hele bir de Neuschwanstein Kalesi’nin içindeki restorasyon çalışmalarını ve restorasyon ekibini görünce… Nelerimiz var, ne değerlerimiz… Bilincimizle, erdemlerimizle birlikte onlar da sefil haldeler. Şimdi kimse bana Türkiye ekonomisi filan demesin. Eskisine sahip çıkmadan yeni saraylar yapacak paramız varsa…
Eveeeeeeeettttt, şöööyle deriiiiiiiiiiiiin bir nefes alıp yolumuza devam edelim; nerede kalmıştık? Saray diyorduk, kral diyorduk… Valla onu bunu, Ludwig’i filan bilmem bizde bir kral var ki… Eh hadi o zaman Arda’cım, ben bu şarkıyı sana yollayayım, artık kim ne anlarsa anlasın ;
Ben bu krallar, saraylar konusunu burada bitireyim de geziye devam edeyim; yoksa birinci gün bu yazıda da bitmeyecek. Zira saray vaaaaaarrrr, saray var.
İlk konaklama yerimiz ve dolayısıyla hedefimiz Füssen. Kaptan şoförümüz Ayşegül direksiyondayken, kopilotumuz Sema rotayı çizdi; doğru yoldayız. Ama o da ne; haritaya göre sağa sapmamız gereken yerde Almanca “çıkış” yazıyor. Biz de herhalde giriş daha ileride diyerek devam ediyoruz. Ama giriş yazan bir yer de yok. Ekipteki arkadaşlar birdenbire, telefonlarından başka bir ülkeye girdiğimize dair mesajlar aldıklarını söylüyor. Kaybolduk. Çünkü artık Avusturya’dayız. Önce küçük çapta bir stres yaşıyoruz. Sınır polisi filan çıkacak mı karşımıza, çıkarsa kaybolduğumuzu nasıl açıklayacağız, bizi alıkoyarlar mı filan. Ama ne sınıra yönelik bir iz ne de polis… Kendimizi çok güzel bir gölün kenarında buluyoruz. Gördüğümüz manzara karşısında iyi ki sapağı kaçırmışız diyoruz. Ayrıca bir açıklama yapayım, bu kaçırma da sayılmaz çünkü canavar kopilotumuz Sema, bizi doğru yolda götürmüş hep, ama Almanya’da çıkış yazan yer aynı zamanda girişi de gösteriyormuş. Biz ne bilelim? Bunu o gün öğrenmiş olduk ama bedeli gerçekten nefisti. 😉 Gün batımında tepeler, orman ve bunların göle yansıması, yelkenliler, karavan ve çadır kampından yayılan nefis mangal kokuları… Saat dokuza geliyordu ve biz artık acıkmıştık. Havanın bu kadar geç kararıyor olmasına mı şaşıralım, yolu kaçırınca kendimizi Avusturya’da bulmamıza mı, yoksa bu muhteşem manzaraya mı? Avusturya’da güneşi batırıp tekrar Almanya’ya dönüşe geçtik. Ay çok havalı oldu bu. :)))
Buralarda hava çok geç kararıyor (saat 9-9:30 gibi) ama bununla birlikte her yer saat 6’dan sonra kapanırmış. Boş sokaklarda ve kasabanın meydanında dolanıyoruz. Karnımız aç. Bu saatte de olsa, açık bulduğumuz bir yerde bira-sosis-patates yapıyoruz, ama benim hayalim sokakta sosisli satan seyyar satıcı bulup ondan yemek sosisi. Yalnız geri dönüp bakıyorum, Münih’e öğlen indiğimiz düşünülürse yarım günde ne çok yol yapmış daha doğrusu ne çok yer görmüşüz. Farklı bir ülke görmek de buna dahil. Yarım günde bunlar oluyorsa tüm günü siz düşünün artık. Ayşegül, galiba seni ısırmak istiyorum. :))
Yarın sırat köprüsünde buluşmak üzere şimdilik hoşçakalın. 😉
20 Haziran 2019 Perşembe, 14:51 at 14:51
Merhaba Başakcım,
yine ne güzel anlatmışsın. Seninle beraber gezmiş gibi oluyorm.
Eline yüreğine sağlık.
Sevgiller..
Görüşmek dileğiyle..
20 Haziran 2019 Perşembe, 15:01 at 15:01
Boylesine begendiginize gore benim yuruyerek bu hatta seyahat etmekten neden bu denli zevk aldığımı anlamışsınızdır. Sevindim guzel gecmesine.
20 Haziran 2019 Perşembe, 23:22 at 23:22
Başak hocam harika bir yazı olmuş,fotoğraflardan o karavan parkında göldeki yansımalar yine mükemmel, sanki dün gibi aklımda… enfes bir doğa ve çok keyifliydi birlikte olmak 🙂 charlie unutulur mu hiç 😉 seviyorum seni Başak hocam..
27 Haziran 2019 Perşembe, 13:44 at 13:44
Kral bunu begendi.. :))) ellerine saglik Basak hocam.. daha guzel anlatilamazdi.. 🙂