Statü Endişesi
keçiyi seçer
kendilerine başkan
oysa sürünün başına
kurdun akrabası
köpeği koyar
çoban.
..
Sunay Akın
Hayatımızda bize ayna tutan insanlar vardır. Tuttukları ayna bilinenin aksine dış görünüşümüzü değil, iç dünyamızı yansıtır. Çoğu zaman zor olan da dışa değil içe bakabilmektir. Buna cesaret edebilen az sayıda kimse, genellikle ayna karşısında yalnız kalmak ister. Oysa aynayı tutan, haddini aşan, bazen de sinsi bir gülümsemeyle ısrarla durur karşımızda. Bazısı da -acı çekiyorsak eğer bakarken aynaya- bizimle birlikte çeker o acıyı. Ama yine de bırakıp gitmez aynayı. Bir bırakmaz ki acımızı yaşayalım, utancımızı önce kendimize itiraf edelim…
Alain de Botton da ayna tutucu insanlardan biri bence. Ve “Statü Endişesi” adlı kitabı gerçek bir ayna. Ancak Botton, diğerlerinden farklı olarak, aynayı size zarifçe sunup, çekiliyor ve sizi aynanızla baş başa bırakıyor. Bu kitap ne mi anlatıyor ?
Keçilerimin uzunca zamandır beni bunalttığı bir konuyu Statü endişesini anlatıyor. Hem de öyle güzel anlatıyor ki, anlatmak isteyip de bir türlü istediğim gibi ifade edemediğim bir biçimde, oldukça net ve güçlü bir biçimde anlatıyor. Hepimizin içini kemiren ancak pek nadir ifade edebildiğimiz bir korkuyu su yüzüne çıkarıyor; başkalarının bizim hakkımızda ne düşüneceği ve başarısızlığımızın toplum tarafından acımasızca yargılanacağı hissinden yani statü endişesinden bahsediyor. Bunu yaparken statü kavramının tarihsel sürecinden bahsediyor, felsefe ve sanattan örneklerle çözüm arayışlarını dile getiriyor, politika ve din ile statü arasındaki ilişkiden bahsediyor. Tragedyanın öneminden bahsediyor. Kitabın dili çok akıcı ve verdiği destekleyici örnekler oldukça yerinde. Bir kitaba veya bir düşünüre atıfta bulunmakla kalmıyor, onun kısa özetini geçerek bilmeyeni bilgilendiriyor -ve hatta meraklandırıp eğer daha önce okumadığı bir eser veya düşünürse onu okumaya teşvik ediyor- bileni ise daha geniş düşünmeye itiyor. Size fikir vermesi açısından kitaptan bir kaç alıntı yapacağım. Ancak alıntı yapmakta çok zorlandığım bir kitap olduğunu da söylemeliyim çünkü bu kitabı bir bütün olarak değerlendirmek lazım aslında. Yine de dili ve nasıl herkes tarafından kolayca okunabilir olduğunu gösterebilmek için kısa bir iki bölüm aktarayım;
“Beni zengin yapan, toplumda edindiğim yer değil, kendi yargılarımdır, kendi yanımda taşıdıklarımdır...” Epiktetos, Discourses (MS.100)
M.Ö. beşinci yüzyılda Yunan yarımadasında (çoğu sakallı) bir dizi adam çıktı ortaya. Bu adamlarda, çağdaşlarının zihnini kemiren statü endişesinden eser yoktu. Toplumda aşağı bir konumda yer almanın psikolojik ve zihinsel etkilerinden ötürü kaygı duymuyor; hakaret, aşağılanma ve fakirlik karşısında metanetlerini koruyorlardı. Sokrates, Atina’da bir caddeden aşağı taşınmakta olan altın ve mücevher yığınını gördüğünde, “benim istemediğim ne çok şey var şu dünyada” deyivermişti. Büyük İskender Korint’ten geçerken filozof Diyojen’i ziyaret etmek istemiş, filozofu yırtık pırtık kıyafetlerle, beş parasız bir ağacın altında otururken bulmuştu. Dünyanın en güçlü adamı olan Büyük İskender, Diyojen’e “bir ihtiyacın var mı?” diye sordu, Diyojen’in bu soruya cevabı kesin ve net oldu: “Gölge etme, başka ihsan istemem.” İskenderin askerlerinin ağzı açık kaldı, kumandanlarının bu cevap karşısında o ünlü öfkesiyle köpüreceğini düşündüler. Oysa İskender kahkahayla güldü ve “Şu dünyaya İskender olarak gelmeseydim kesinlikle Diyojen olarak gelmek isterdim” dedi. Sokrates’in pazar yerinde hakarete uğradığını gören biri, dönüp filozofa sordu: “insanların sana laf atıyor olması hiç mi canını sıkmıyor?” Sokrates cevap verdi: “Neden? Götün biri bana tekme atacak olsa üzülür müyüm sizce?”
* * *
İnsanlar arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine Konuşma adlı kitabında Rousseau, biz her ne kadar bağımsız akıllara sahip olduğumuzu düşünsek de aslında kendi ihtiyaçlarımızın neler olduğunu anlamak konusunda sefil bir durumda olduğumuzu anlatarak başlamıştır iddiasına. Rousseau’ya göre ruhlarımız, tatmin olmak için neya ihtiyaç duyduklarını pek nadiren dile getirirler, olur da birşeyler fısıldarlarsa bile sözleri temelsiz ve çelişkili ifadelerle dolu olur. Aklımız, sağlıklı olmak için tam olarak neye ihtiyaç duyduğunu güzelce dile getiren bir bedene benzemez; tam da aksine, susadığında şarap isteyen, uzanıp yatması gerektiği zaman da ben dans edeceğim diye tutturan bir beden gibidir adeta. Aklımız, bize tatmin olabilmek için neye ihtiyaç duyduğumuzu söyleyen dış seslerin tesiri altındadır. İşte bu dış sesler ruhlarımızın nadiren sarf ettiği fısıltıları ezer geçer, önceliklerimizi belirlemek adını verdiğimiz o pek meşakkatli işin üstesinden gelemeye çalışırken bizim dikkatimizi dağıtır.
… Rousseau, son gelinen noktada karakterlerimizle uzaktan yakından ilgisi olmayan bir takım yaşamlara hasetle bakan kıskanç insanlar olup çıktığımızı öne sürüyordu. Tatminkar bir yaşamın en temel gerekleriyse Rousseau’ya göre aile sevgisi, doğaya saygı, evrenin güzelliği karşısında hayranlık, başkalarına duyulan merak, müzik zevki ve basit eğlencelerden alınan hazdı. İşte ticari “medeniyet” yüzünden yoksun kaldığımız insanlık durumu böylesi bir durumdu ve bizler son geldiğimiz noktada bolluk içinde yüzerken kıskançlıkla ve türlü acılarla kıvranıp duruyorduk.
Daha neler neler var yazacak ama uzun uzun yazarak sizi de sıkmak istemiyorum. Ancak bu kitabın, Spinoza Problemi’nden sonra beni son zamanlarda en çok etkileyen kitaplardan biri olduğunu söylemeden de geçemeyeceğim. Altını çize çize, notlar ala ala okudum. Kitabı bırakıp dışarı çıkmak, açken lezzetli yemeklerin olduğu sofradan doymadan kalkmak gibiydi. Ama dediğim gibi bu bir ayna. Bu aynada bir yanılsama görmek de gerçeği görmek de yine okuyana kalmış.
Herkesin okumasını isteyeceğim tarzda bir kitap bu. Ben şimdiden birkaç arkadaşıma armağan olarak aldım bile 🙂
19 Kasım 2014 Çarşamba, 23:45 at 23:45
Ne güzel, sıcacık, içten bir yazı. Dili de son derece sakin, iddiasız, zarif… Teşekkürler…
20 Kasım 2014 Perşembe, 09:43 at 09:43
Sevgili Basak,
Cok tesekkurler! Okunacaklar listesine aliyorum hemen 🙂
Sevgiler…
20 Kasım 2014 Perşembe, 12:17 at 12:17
Sokrates’in cevabı çok güzelmiş. Bir de bu İngilizce alıntılarla süslü video kanayan yarama tuz bastı. Vizyon, misyon 🙂
20 Kasım 2014 Perşembe, 15:47 at 15:47
Çok tşklr Başak,
en kısa zamanda alıp okuyacağım,
tamda 2 hafta raporlu iken 🙂
sevgilerle,
21 Kasım 2014 Cuma, 00:27 at 00:27
harika, ilk fırsatta ben de alıp okuyacağım. Bazen (hatta çoğu zaman) bir fener gibi olduğunu biliyor musun?
21 Kasım 2014 Cuma, 09:10 at 09:10
Eline, kalemine sağlık Başak. Birkaç haftadır beni terk etmiş bulunan okuma sevkim geri dönüşünü haber verdi sayende. Çok sağ ol. Opucukler…
21 Kasım 2014 Cuma, 11:25 at 11:25
Başakciğım,ilk kişisel sergimi açacagım 1 Aralik öncesi benim keçilerime nasıl da tercüman oldun. Sağol. Ihlamur sk 1 no da bulunan Ankara Barosu Av Atila Dav Sanat Galerisindeki sergime 1 Aralik saat 18 de bekliyorum. Sevgiler.
21 Kasım 2014 Cuma, 12:40 at 12:40
Okuduğum kitabı bana yeniden anlattın:-) Hatırlıyorum ben de arkadaşlarıma hediye etmiştim. etkileyici… “Hayat Okulu” serisi de ilginizi çekebilir… Link ekledim:
http://www.selyayincilik.com/kitaptanitim.asp?kod=869
29 Kasım 2014 Cumartesi, 17:34 at 17:34
Yanılsama mı,
Acı çekmek, birlikte…
Yoksa, gerçek mi?
11 Aralık 2014 Perşembe, 00:08 at 00:08
Bakın küçük virtiöze! O, tam, orada, kendinde, kendi başına var.
Statü, eminim endişe ederdi o salona girmeye. Etmiş de zaten.