Oyun
sizin oynadığınız oyunları,
konuştuğunuz dili…”
..
..
Sabahın altısında, kulaklarını dikmiş, kafası, duy beni dercesine yana eğik, melül melül bakan gözlerle dikilmişti tepeme. Nasıl uyunur ki bu durumda? Peki çok mu istiyorsun bu oyunu öğrenmek diye sorduğumda; “Hayır istemiyorum, yalan var, kandırmaca var, hesap kitap var içinde, zaten yapamam biliyorum. Kuralları bana göre değil bir kere ve onların konuştuğu dili de anlayamıyorum. Ama oynamadığım için dışarıda kalıyorum.” Yalnız kalmaktan mı korkuyorsun, diye soruyorum. “Evet bazen…” Peki diyorum, o zaman gel seninle başka bir oyun oynayalım, ister misin? Çünkü ben de öğretemem ki sana bilmediğim bir oyunu, anlamadığım o dili.
Yavaşça yanıma sokuluyor. Sabahın bu saatinde, daha gün bile ağarmamışken sıcak yatağımdan çıkmak hiç işime gelmiyor. Salonda, koltuğun sağında, rengi su yeşili ve üzerinde boya fırçaları ile boya paleti resmi olan bir kitap göreceksin, onu bana getirir misin, diyorum. O salona doğru giderken arkasından sesleniyorum; kitabı yemek yooook !!! Tabii ben bunu diyene kadar kitabın ucundan bir diş gitmiş ama olsun, içindeki şiirler sağlam.
Size de oluyordur mutlaka; bazen okuduğunuz bir öykü, roman ya da şiirde size dokunan, yakın hissettiğiniz, kendinizle özdeşleştirdiğiniz bir kaç satır ya da bir karakter… Belki de bir resimde, hatta bir fotoğrafta örneğin… Bana çok olur. Geçen hafta eski bir arkadaşımın gönderdiği, Selahattin Yolgiden tarafından yazılmış “eve geç kaldım yalnızlık bekler beni” adlı bu şiir kitabında, bir şeyler beni içine çekmişti ama tam olarak anlayamıyordum neydi o… Ama sabahın bu saatinde, tepemde dikilen keçim, birden bir çok şeyin şekillenmesine neden olmuştu. Birkaç gündür kafamın içinde dolaşıp duran;
“Ben bilmiyorum
sizin oynadığınız oyunları,
konuştuğunuz dili…”
sözcükleri, kitaptaki;
“kendime küçük bir ev çizdim
kendi pastellerimle kendi kağıdıma
mutluyum,…”
dizeleri ile buluştu… Parçalar tek tek yerini buluyor, resim şekilleniyordu. Ne çok oyun oynanıyordu kurallarını bilmediğim, dilini anlamadığım bu hayatta. Fark ettiklerim, hissettiklerim de olmuyor değildi ve niye? Niyeydi bunca oyun? İçtenlikten uzak, küçük veya büyük -ne fark eder ki- hesapların olduğu, profesyonellik isteyen-istemeyen çeşit çeşit oyun… Zarar veren, kalp kıran oyunlar… Kardeşleri ayıran, dostlukları bitiren, sevgileri, sevdaları tüketen, ülkeleri bölen, kan döken, acı veren oyunlar… İçinde özür sözcüğü bulundurmayan, bazen de özrü telafisi olmayan, anlaşılmaya değmeyen, insana yakışmayan oyunlar. Boşver dedim keçime, boşver sen bu oyunları, başka oyunlar da var hayatta gel biz seninle onlarla oynamaya devam edelim. Gel, önce küçük bir ev çizelim kendimize, kendi pastellerimizle, kendi kağıdımıza, sonra. sonra susalım biraz. Biri seslenecek mi bize bir kulak verelim. Sonra yeni bir kitaba başlayıp, asla okunmayacak sayfalarında kaybolalım başka hayatların. Ve sonra sen karar ver hangi oyun daha güzelmiş 🙂
* * *
O ana kadar şiirlerin başlıkları, bu kadar dikkatimi çekmemişti. Gözlerimi, dizelerin üstüne doğru kaydırdığımda Fikret Mualla yazdığını gördüm. Şiirin adı buydu. Hızlıca kitabın sayfalarını çevirdim ve diğer başlıklara baktım. Her bir başlıkta bir ressamın adı vardı. Tüm kitaptaki tek Türk ressamın Fikret Mualla olması da ilgimi çekmişti. Başka hangi ressamların olduğuna baktığımda; içlerinde en sevdiğim ressamlardan Frida ve Klimt’in de olduğunu gördüm. Daha kimler yoktu ki; Van Gogh, Picasso, Botticelli, Renoir, Mattisse, Gauguin…
Başladım dizelerin arasında dolaşmaya… Şair, bu ressamların eserlerinden yola çıkarak yazmıştı şiirlerini. İşte oyun bunu farkettiğimde başladı. Mısraların ait olduğu resimleri bulmaya çalışacaktık. Önce beni diğerlerinden daha fazla etkileyen dizeleri bulup çıkarttım. Bu dizeler üç ressama aitti; Fikret Mualla Saygı, Gustav Klimt ve Mark Rothko. Sonra bu dizeleri, bende hissettirdiği etki üzerinden çektiğim fotoğraflarla buluşturdum. Daha sonra da şiirlerin bütününü okudum ve bu ressamların hayat hikayelerine göz gezdirdim. Ben bunları anlatırken, baktım benim keçiler birken beş olmuş :)))
Şimdi, bu üç şiirin tamamını, mısraların anlattığı resimlerle birlikte paylaşıp, benim etkilendiğim mısralarla buluşturduğum fotoğraflarımı göstereceğim. Şiir değişmeyecek, resimler de öyle ama sanırım fotoğraflar zaman içinde değişecek :))) Ama bir dakikaaa belki siz bu mısralarda ressamın başka resimlerini göreceksiniz… O zaman resimler de bakana göre değişebilir.
Fikret Mualla
balonunu elinden kaçıran küçük kız
çık saklandığın yerden
bir mayıs sabahı herkes dans ederken
pencereden sızan bir trompet
yıkarken yakalayacak seni aniden
utançlarını, içinde kalan
kendime küçük bir ev çizdim
kendi pastellerimle kendi kağıdıma
mutluyum, bakmayın ağladığıma
kayık tabakta hareketsiz yatan
tuzlu suların asil kızı
titre, açılırken bir büyük rakı
paris’te bir çatı katından
sıkıntıdan kendini aşağı atan kravat
vazgeçtiğindi şimdi olduğundan
bir buluttan aktığından
bir yağmura karıştığından
gösterişli bir yalnızlıktan.
* * *
Fikret Mualla Saygı’nın hayatı roman gibi. Çok kısa, ve benim ilgimi çeken bir kaç bilgi vereceğim. Merak edenler Fikret Mualla ile ilgili yazılmış kitaplardan daha detaylı bilgiler edinebilirler.
1903’de doğmuş. İlginç bir tesadüf, Rothko’da aynı tarihte doğmuş. Acaba mı deyip, kitaptaki diğer ressamlara baktım, alakası yok, tamamen tesadüf… Küçük yaşta top merakı yüzünden ayağı sakatlanmış. 12 yaşında okulda yakalandığı İspanyol gribini annesine bulaştırması sonucu annesini kaybetmiş. Bu kadınlarla ilişkisini de çok etkilemiş. Yakın arkadaşı Abidin Dino; “Fikret’te aşk-suçluluk-ölüm duyguları birleşmiş, birbirine karışmıştır” diyormuş. Hale Asaf ve Semiha Berksoy, hayatında özel bir yere koyduğu kadınlarmış. Derin yalnızlığında resim ve içki en büyük tutkusu olmuş. Fikret Mualla’nın Saygı soyadını almasının hikayesi başka, Paris yıllarında yaşadıkları başka. Abidin Dino ile dostluğu, Fahri Korutürk’le tanışması, sinir hastası oldu zaman ki hikayesi başka… Gerçekten romanlara konu olacak yaşamı ile Fikret Mualla’yı daha özel yönleriyle tanımış olmak beni mutlu etti. Ve Fikret Mualla ile ilgili okunacak daha ne çok şey olduğunu gördüm.
Bazen bir şehri görmek üzere yola çıkarsınız, bir bakarsınız dünya turuna çıkmışsınız. Bu kitap bana bunu yaptı sanırım. Ben de üç mısradan yola çıktım, nerelere gittim;
“kendime küçük bir ev çizdim
kendi pastellerimle kendi kağıdıma
mutluyum,…”
….
….
* * *
kendi yağmurumda ıslandım gelirken
neresinden tutsam paramparça
dudakları kalıyor sadece aklımda
bir kızın, yüzü çok güzel olsa da
yara izleri biriktirirdim teninde
sonbaharda, bakmaya doyamadığım
çiçekler varken saçların yerine başında
adını fısıldadım: medusa!
üç isimli sokaklar, boş dolaplar, huzurlu ev
adımı öğrenmiş, tekrarlıyor üç melek
bir sevgili, üç kedi: pue, beatrice ve orphe
biri gelse diğeri gelmiyor nedense
neresinden baksam paramparça resimler
eve geç kaldım, yalnızlık bekler.
Gustav Klimt, en çok “öpücük” isimli tablosu ile bilinir. Evimin bazı duvarlarını, en sevdiğim ressamlardan biri olan Klimt’in puzzle’ları renklendirir. Naif gelir bana Klimt’in eserleri. Bununla birlikte, dünyadaki en pahalı eserlerden ikisi de Gustav Klimt’e ait. “Portrait of Adele Bloch-Bauer” adlı tablosu, 154,9 milyon dolarla dünyanın en pahalı tabloları arasında 6.sırada yer alıyor. Aynı adlı kişinin ikinci portresi de 13. sırada yer alıyor. Ama ben puzzle’larımla mutluyum :)))
Bu arada sanatı ile devletin arası pek iyi olmamış Klimt’in. Üniversite duvarına çizmesi istenen resimler şok edici ve pornografik bulunmuş, sökülmüş, Yaaaa… O da bir daha devlete iş yapmamış. Klimt’in, bir çoğunda gerçek altın ve gümüş kullandığı motifleri, kadını hem masum, hem de erotik resmedebilme kabiliyeti -o dönem- kendi devleti tarafından reddedildiyse de bugün bütün dünyanın beğenisini ve kabulünü kazanmış durumda.
Arkadaşım Nur, yazıyı görünce bana bu fotoğrafı yollamış bloga ekleyeyim diye. Nur diyor ki; “Bu da Suriye’de yıkıntılara yapılmış Kiss… İnadına sanat! ”
İşte yazının başında tam demek istediğimin resmidir diyerek ekliyorum ben de…
..
….
“Neresinden baksam paramparça resimler”
.* * *
Ve son olarak;
Rothko
baykuş gibi kaldım dalda ormanda
bir yanım kırmızı bir yanım turuncu
biri sesleniyor içimde ne zaman sussam
ne söylüyor, ne istiyor, bir anlasam
ellerimi daldırdım bir kutu yaldıza
parlamak için bana baktığında
tuttum ikiye ayırdım yüzümü
alttan bakınca insan gibiyim
basbayağı baykuş üstten bakınca
asla okunmayacak sayfalarında
kayboldum başka hayatların
siz kına yakın, güzel takılar takın
ben kendimi hiçliğe sattım o ormanda.
Şu son mısra var ya “ben kendimi hiçliğe sattım o ormanda” diyor şair; kendi fotoğraf sergimde konuştuğum, Azeri olduğunu düşündüğüm O adamı geitrdi aklıma, içim ürperdi yeniden. “Fotoğraftaki aynaya baktım ve kendi hiçliğimi gördüm” demişti. Nasıl tuhaf bir his kaplamıştı içimi, nasıl sarsmıştı beni…
1903 doğumlu, Rus asıllı Amerikalı, soyut dışavurumcu ressam. Karmaşık duyguları olan bir adammış. Fikret Mualla ile aynı yıl doğmuş olmalarının dışında, tarzları farklı olsa da ortak duygusal yanlarının olduğunu hissediyorum. İkisinin de duygu ve düşün dünyası çok sıra dışı olduğundan belki de… Rothko ile ilgili yaptığım araştırmada Rothko Şapel’i diye birşeye rastladım. Blogdaki yazının bir bölümünü burada paylaşacağım, isteyen devamını ilgili linkten okuyabilir.
“Amerikan tarihinin bu unutulmaz sıra dışı adamı Mark Rothko, tıpkı gençlik yıllarındaki hocası Arshile Gorky gibi hiçbir açıklama yapmadan korkunç bir intiharla hayata veda etmeyi tercih etti. Pek çok arkadaşına göre onun son sözleri -Sanatçıların Mekke’si diye anılan- Rothko Şapeli ve içindeki resimleriydi. 28 Şubat 1971 yılında Dominique Menil Rothko Şapeli özel bir konuşmayla ona adadı. Konuşmasında kalabalıkla şöyle sesleniyordu.
“Hepimiz çevremizdeki resimlerden etkileniriz ve bence sadece soyut sanat bizi kutsal olan şeylerin eşiğine taşıyabilir. Günümüzde kabul edilen yegane güzellik formu sessiz ve trajik olanlar. Geçmişin suskun ve kutsal ikonlarını bize hatırlatan Rothko tüm renklerden yıkılmaz bir kale inşa etti”
Çalkantılı bir ruhun bu dünyaya bıraktığı son 14 resim onun hayatını farklı bir şekilde yorumluyordu. Rothko’nun şapelin ölümsüzlüğüne yaptığı katkılar tartışılamaz ama kendi ölümlulüğü ile yüzleşen bu büyük ressam ne yazık ki bundan kaçmayı başaramadı.”
http://www.prensesemektuplar.com/2013/01/rothko-sapelinin-renkleri.html
Mark Rothko’nun sözleriyle bitirelim bu bölümü de;
“Gerçekte tüm konuların içinde, her zaman en çok dikkat çekenler, trajik olanlardır. Sınırsız trajik deneyim, bence sanatın beslendiği ana kaynaktır. Trajediler ve büyük acılar olmasaydı bugün taptığımız pek çok sanatçı bildiğimiz eserlerle var olamazdı.”
..“biri sesleniyor içimde ne zaman sussam”
..
“asla okunmayacak sayfalarında
kayboldum başka hayatların”
05 Aralık 2016 Pazartesi, 10:13 at 10:13
Harika şiirler, muhteşem resimler, şahane fotoğraflar. Sabah binlerce rengi getirdi pencereme. Teşekkür ederim Başak’cığım! 🙂
05 Aralık 2016 Pazartesi, 10:16 at 10:16
Yine regarenk sayfan…Ne güzel. 🙂 Sanat olmasa bu kadar acıya katlanmak daha zor olacaktı. Tabii acının içinde yaşayanların sanatı görecek hali kalır mı bilmem… Ama Suriye’de birisi görmüş işte. Orada yaşamaya çalışan, hatta savaşanları mutlu etmiştir herhalde…
05 Aralık 2016 Pazartesi, 10:31 at 10:31
Dilencileri (ç)aldım 🙂
05 Aralık 2016 Pazartesi, 10:34 at 10:34
Ben de Sunay Akın’ın sayfasından (ç)almıştım :))
05 Aralık 2016 Pazartesi, 11:05 at 11:05
Yina ne çok şey düşündürdün bana:))
05 Aralık 2016 Pazartesi, 11:08 at 11:08
Ben de bu keçiler nereye gitti ortalıkta görünmüyorlar diyordum :))
05 Aralık 2016 Pazartesi, 12:34 at 12:34
Kendimi görmeye başladım ilk satırlarda… Kendi dünyasını fotoğraflamaya çalışan çelişik bir ruh.
Okudukça kafam karışmaya başladı…
Karmaşıklık bana yaramıyor; allak bullak oluyorum.
Bana kulübem, bahçem, denizim ve alabildiğine engin bir ufuk ve de fotoğraf makinem yetiyor; kaçabilmek için bu oyunlardan, sahtekârlıklardan ve vahşetten…
Şarkının dediği gibi; “Beni benimle bırak…”
Sadhu mu olsam, ne?
(Yine de tüm yazıyı kopyalayıp altına imzamı atıp ben de insanları kandırabilirim…????????????)
05 Aralık 2016 Pazartesi, 13:02 at 13:02
Sevgili Başak,
Bu coğrafya böyle böyle deli eder adamı. Suriye içimizi acı acı yakarken taa oralara ulaşmış bir Klimt resmi tebessüm ettirir, nefret ettirir, sevdirir, üzer, tokat atar, sessiz sessiz bağırtır insanı…
İçimiz kanar, içimiz yanar…
Sanat böyledir işte demeye haddim yetse, tam da bunu demek isterdim. Sanat böyledir işte! Savaşın tam ortasında yıllar önce erotik bulunduğu için duvarlardan sökülen resmi savaşın tam ortasında sergiler. Erotizm ve savaş ve Suriye ve Klimt aynı cümlede kullanılır hale gelir.
Bana çoook uzun zaman önce tesadüfen rastladığım bir heykeli anımsattı bu yazı. Degas’nın 1881 yılında yaptığı Küçük Dansçı heykelinde kendimden bir şeyler bulduğumu, hikayelerimiz hiç benzemese bile-ne dansçı ile ne de Degas ile- kendimi ikisinin tam arasında-sanatçı ve Küçük Dansçı- hissettiğim anlara götürdü.
Halen canım sıkılınca, kafam atınca, bir yerlere çıkıp avaz avaz bağırmak istediğim anlarda bu küçük dansçı gelir aklıma.
Açıp izlerim belgeselini. Hikayesi hoşuma gider. -Laf aramızda ilk sana söylüyorum bunu:D-
Bu yazı vesile olsun seni Küçük Dansçı ile tanıştırmaya. Aşağıda linkini gönderiyorum.
Küçük Dansçı bu Başak, Başak bu Küçük Dansçı. Sizi tanıştırmaktan memnuniyet duyarım.
Sevgiler.
Emeğine ve yüreğine sağlık.
http://www.dailymotion.com/video/x2cj4xu_tuvaldeki-basyapit-edgar-degas-kucuk-dansci-bbc-belgesel_creation
05 Aralık 2016 Pazartesi, 13:14 at 13:14
Resim ve şiir.
Resim ve öykü.
Resim ve müzik.
Müzik ve insan.
İnsan ve insan.
Birbirinin kurdu. Birbirini doğuran ve öldüren. Birbirini yaratan ve yok eden.
Müntehir sanatçılar bitmeyen hüzündür. Nilgün.
Son olarak Mehmet Günsür’ün İçeriye Bakan Kim öykülerini okudum. Bir ressamdan öykü okumak güzeldi ama senin Oyun’unu okumak daha güzeldi.
Teşekkürler, sevgiler.
05 Aralık 2016 Pazartesi, 13:15 at 13:15
Bu sabah sanatı hatırlattın bana yeniden Başakcım 🙂 Günüm, yüreğim aydınlandı. En güzeli de ümitlendim yeniden… Sağol, varol hep, sevgiyle…
05 Aralık 2016 Pazartesi, 14:29 at 14:29
Sevgili Cambaz’ım, ne güzel bir paylaşım olmuş… Bu işlerle uğraşan biri olarak, biliyordum böyle güzel katkılar koyup, yazıyı çoğaltacağını… Çok teşekkür ederim 🙂
05 Aralık 2016 Pazartesi, 16:08 at 16:08
“…ben bu kulaklara göre ağız değilim” Niçe’ nin “Böyle Buyurdu Zerdüşt” ünden bir kuple… Nedense benim keçiler bu tarafa kaçtı…