Biri Istakoz mu dedi?
Siz hangisini seçerdiniz?
Belki de seçtiniz bile…
Evlilik mi, orman mı, ıstakoz mu?
BÇ: “Sinan selam. Yanlış hatırlamıyorsam Peru için vize gerekmiyor demiştin değil mi?”
SA: “Gerekmiyor. Ya başak, hiç arkadaşın gelmez mi geziye? En azından senin oda arkadaşlığın için.”
BÇ: “İsteyen var tabii ama bu gezi biraz tuzlu… Umarım bana tek kişi oda farkı çıkartmayacaksın. Bak şimdi korkuttun beni. Zaten yerince zorlayacak bütçeyi…”
SA: “Ben çözüm bulmaya çalışırım ama sen birini getirirsen garanti olur.”
BÇ: “Tek kişi oda farkı çok fazla. Zaten tek başına yaşamak yeterince zor, bir de böyle durumlar daha da zorlaştırmıyor mu, sinir oluyorum. Ceza gibi… Sen lobster’ı izledin mi? The Lobster” adında bir film var, izlemeni öneririm.”
“İzledim. 🙂 Deli bir şey. İnsanın psikolojisini bozuyor…”
BÇ: “Yaaa bak sen de diyorsun insanın psikolojisini bozuyor diye. Ama gerçeklerle örtüşüyor. O filmde de çift olmayana yaşam hakkı yok resmen.”
SA: “Ben bir oda arkadaşı bulayım sana… 🙂 “
* * *
Geçenlerde Sinan’la yaşadığım diyaloğu aynen aktardım size. Buradaki konuşmalar bile “the lobster” filminin ne kadar gerçek olduğunun bir kanıtı aslında. Üstelik bu gerçeklik Türkiye’de katlanarak yaşanıyor. Bu film ne kadar sarsıcıysa, müzikleri de o kadar yumuşacık. Ya da bana öyle geldi. Belki izlenebilirliğinin dengesini sağlayan da müzikleridir. Yazıda değilim ama müziklerde iddalıyım. Hepsi de nefissss!!! Ben filmdeki sırayı gözetmeksizin, yazı boyunca bu müzikleri sizlerle paylaşacağım. Şimdi biraz gevşeyelim.
Önce biraz filmi anlatayım sonra da içimi boşaltayım. Bence siz filmle ilgili kısmı okuyun gerisini boş verin. Film neyse de -çünkü ne de olsa film deyip, kimse üzerine alınmayabilir- gerçekler bir çok kişinin hoşuna gitmeyebilir. Tabii bir de işin şu yönü var ki ben kendi açımdan bakıp yorumlarken, başkası da içinde bulunduğu duruma ve kendi yapısına göre bu filmi farklı algılayacaktır. Evliler başka bekarlar başka algılayacak ve yorumlayacaktır. Severek evlenenler başka, hesap kitap üzerine evlilik kuranlar başka algılayacaktır. Evlilikleri mutlu mesut devam edenler başka, katlanmak zorunda kalanlar başka algılayacak ve yorumlayacaktır… Çocukları için evliliklerine devam etmek zorunda kalanlar başka, evliliği kurtarmak için çocuk yapanlar başka okuma yapacaktır. Bu kombinasyonları arttırmak mümkün. Bu film bir çeşit ayna aslında. Ve hepsinden önemlisi, aynada gördüğün kendini tanıma ve kabul edebilme cesareti. Bu cesaret yoksa, izleyeceğiniz bu film, dram ve komedi içeren bir bilimkurgudan öteye geçmeyecektir.
Tam da burada filmle ilgili okuduğum yorumlardan bir bölümü sizinle paylaşacağım;
“Yönetmen filmde dünya üzerindeki her türlü samimiyetsiz ve ikiyüzlü ilişkiden dem vurmaktadır. İnsanoğlunun karanlık yüzünü gizlemek için taktığı bin bir türlü maske dayanılmaz bir yüke dönüştüğünde, bu yük belki de ancak iki kişi tarafından taşınılabilir. Peki, o yükün ağırlığını tek başınıza sırtlanmaktan kurtulsanız bile bu kez de hissetmediklerinizi hissediyormuş gibi yapmak, hissettiklerinizi hissetmiyormuş gibi yapmaktan daha ağır bir yük haline gelmez mi? “ (Düşünbilim Portal / http://dusunbil.com/the-lobster-filmi-ve-varoluscu-ask-uzerine/)
Filme geçmeden biraz daha müziğe ne dersiniz?
Gelelim filmin konusuna; “The Lobster” filmi, yalnız kalmış, ilişkisi olmayan insanların tutuklandığı, alternatif bir gelecekte geçiyor. Film, bekar olmanın yasadışı, yani suç olduğu bir dünyada, yalnız kalan insanların uygun bir eş seçmek için özel otellere kapatmasıyla başlıyor. Eşinden boşanan David, bekar kaldığı için köpeğe dönüştürülen ağabeyi ile bu otellerden birine yerleşip eş bulma sürecine giriyor. Otelde toplumun hangi noktalara geldiğini birebir görüyor. Eş bulma konusunda kendilerine 45 günlük süre verilen insanlar, bu süre içinde kendilerine benzeyen bir eş bulamadıkları takdirde kendi seçtikleri bir hayvana dönüştürülüyor veya ormanda tek başına bir yaşama mahkum ediliyorlar. Bu otellerde kalanlar, belli aralıklarla, ellerinde silahlarla bu ormana götürülüp, bekar insan avına çıkartılıyorlar. Ne kadar çok bekar insanı avlayıp otele getirirlerse eş bulma maceralarına bir gün daha eklenerek otelde kalma süreleri uzatılıyor.
Şehirde yalnız evli çiftler yaşayabiliyor ve onların da evli oldukları kişiler ile ortak özelliklerinin olma zorunluluğu var. Birlikteliklerin yürütülmesini çok önemseyen sistem, çiftler zorlandığında onlara bir de çocuk veriyor.
İnsanlar neden evli yaşamalı? Yönetmen kendince bunu ele almış. Birazdan ben de ele alacağım bu konuyu… Kurallara karşı gelip ormanda bekar yaşamayı tercih edenleri de eleştiren Yunan yönetmen, burada da tek başına takılmayı hayat felsefesi haline getirenleri yerden yere vuruyor. Bekarlar asla bir başkasıyla dans etmemeli. Bekarlar asla öpüşmemeli, seks yapmamalı. Evliler her zaman beraber yaşamalı, aynı yastığa baş koymalı. Evliler beraber dans etmeli, beraber yemek yemeli, beraber şarkı söylemeli, beraber yürümeli…
Kulağa nasıl geliyor bu yazılanlar? Tanıdık mı? Hadi canıııııım… :)))
Lobster yani Istakoz’un özel bir anlamı var mı diye soran olursa; Tabii ki var. Bu bilgiyi yazının sonuna ekledim. Ben de bir dalgıç olmama rağmen bunu filmi izleyip, ıstakozla ilgili araştırma yaparken öğrendim.
Bir mola daha? Moladan sonra kendi düşündüklerimi yazacağım. İstemeyen devam etmeyebilir yani 🙂
Evet gelelim “insanlar neden evli yaşamalı?” sorusunaaaaa. Daha doğrusu benim bu konuya nasıl baktığıma. Doğup büyüdüğü aileden ayrılır ayrılmaz yeni bir aile bulma çabası, ya da yeni bir aile kurmadan doğup büyüdüğü aileden ayrılamama, yürütülemeyen evliliğin ardından çok vakit kaybetmeden yeni bir evliliğin peşine düşme, uzun süren ama yıpranmış, paylaşımdan uzak, sevginin, güvenin tükendiği evlilikler, maddi hesaplar, yalnızlıklık korkusu, sosyal statü kaygısıyla kurulan yada devam ettirilen evlilikler… Tıpkı Lobster’daki gibi değil mi? Şu evlilik programlarını düşünün. İzlemesiniz de bir fikriniz vardır, en azından bir iki sefer görmüşlüğünüz… Oteldekilere çok benzemiyorlar mı?
Gelelim evliliğin faydalarına… Yolculuklarda tek kişilik oda farkına her iki cins de katlanmak zorunda kalırken, evlenerek erkek egemen Türk toplumunda eş durumundan yararlanıp girdiğiniz arkadaş çevrelerini bir düşünün. Düğünler, nişanlar, yemekler, davetler. Sosyal çevreniz genişler, eşinizinki oranında itibarınız artar. Var mı çevrenizde böyle evlilikler? Ya sizinki? Üşüdüğünüzde ceketini verecek, en azından sarılacak bir eş -odun değilse tabii-, üzüldüğünde teselli bulunacak bir omuz -o evlilik katlanılan değil de yaşanılan bir evlilikse tabii-, uyuyakaldığınızda üzerinizi örtecek bir eş -seviyorsa tabii- hiç de fena sayılmaz değil mi? Ampul değiştirtme, bavulları, alışveriş torbalarını ve bilumum ağır eşyaları taşıtma, konserve açtırma gibi “iyi ki sen varsın aslan kocacım” gazı eşliğinde yaptırılan ev işleri… Yalnız bunu yapmayan, kendi işini kendi gören evli kadınlar, size bir çift sözüm var; yaptırın, yaptırın ki erkek de kendini daha da erkek hissetsin :))) Eve girdiğinizde ocakta yemek, yıkanmış ütülenmiş çamaşırlar, temiz bir ev… Tabii ki benim evlilikten anladığım bunlar değil.
Ha bu yazdıklarım okunduğunda benim yalnızlığım azalacak mı? Yooooook tam tersine. Filmdeki David gibi kendi mezarımı kazmış ve üstümü toprakla örtüyor gibi hissediyorum şu an. Ne yapalım, giden gider kalan dostlar bizimdir :)))) Yalnızlığımdan şikayetçi miyim? Bazen evet bazen hayır. Evliliğe karşı mıyım? Kesinlikle hayır. Erkek düşmanı mıyım? Bu yazdıklarımdan o anlaşılıyorsa tüm erkeklerden özür diliyor ve tüm yazdıklarımı çöpe atsınlar diyorum. Kadın düşmanı mıyım? Haşa!! Benim tek karşı olduğum sahte, samimiyetsiz, saygısız, özensiz, hesap kitap, çıkar ilişkisine dayalı, içinde yalanların yaşatıldığı her çeşit ilişki… Süslü sözcüklerin altın varaklı tepsi içinde içi boş bir şeklinde sunulması. Tüm evlilikler için değil ama gerisinde bunları barındıran birlikteliklere de evlilik denmesine, çoğalmak yerine eksilten birlikteliklere ve bu çeşit bazı birlikteliklere de evlilik denilmesine karşıyım. İki insanın evlenmesi veya birlikte olması için mutlaka benzer özelliklere sahip olmaları gerekliliğinin bilinç altına işlenmesine… Evlilik dayatmasına… İşte benim karşı olduğum bunlar. Zaten doğa, eş olma durumunu istemeseydi farklı iki cins yaratır mıydı? Evlilik, ya da birlikte yaşam, doğanın da bir gerekliliği değil mi aynı zamanda? Neden çocuk sahibi olmak ister insan…? (Bu konuda da acıtıcı düşüncelerim var ama yazmayacağım ) İnsan aklı bazen doğa yasalarının üzerine çıkabiliyor ya da bu yasaları anlamadan ya da kasıtlı olarak kötüye kullanabiliyor mu demek lazım?
Şu yazıyı yazacağım diye göbeğim çatladı mı? Evet, yani biraz… ama yanlış anlaşılır mıyım sorusunu daha çok sordum. Sonra da amaaaannnn, boşversene kim kimi ne kadar doğru anlıyor ki şu dünyada dedim. Hem bu yazının tamamını okuyan kişi illaki sorguluyordur yaşamı, insanı, kendini tıpkı benim gibi… En fazla katılmaz bana, o kadar. Ya da belki bir iki satır da o yazar. Olumlu, olumsuz… Belki ben de bu yazıya yorumcu olarak yorum yazarım, belli mi olur? Umutsuz muyum? Hayır. Mutsuz muyum? Kendimden değil en azından… Hadi elimdeki son müziği de çalayım ve gideyim. Istakozlarla ilgili ilginç şeyler var müzikten sonra. Bence onları okumadan gitmeyin…
ISTAKOZLAR HAKKINDA BELKİ DE BİLMEDİKLERİNİZ 😉
Istakozlar yaşamları boyunca büyümeye devam edip bu esnada dış iskeletlerini de değiştiriyorlar. Üstelik ne kadar yaşlı olduklarına aldırmadan güçlerini ve iştahlarını sonuna dek korumayı başarıyorlar. Hatta ürettikleri yumurta sayısında bile artış yaşanıyor. George adı verilen dev bir ıstakoz rekorlar kitabına 140 yılla imzasını attı..
Istakozlar, üremek için her zaman erkeğe ihtiyaç duymazlar. Dişi ıstakozlar bir seferde onbinlerce yumurta bırakabilir. Elbette bunun öncesinde yumurtaların erkek tarafından döllenmesi şart. Ama dişi ıstakozlar çiftleştikten sonra spermlerin bir kısmını muhafaza eder ve sonraki yumurtlama dönemlerinde herhangi bir çiftleşme olmasa bile mevcut spermleri kullanarak yumurtalarını dölleyebilir.
Herhangi bir şekilde kıskaç ya da bacaklarından birini kaybederse bu uzuvlar daha sonra yeniden büyüyebilir. Istakozlar yılda birkaç kez kabuk değiştirir. Kopan dış organlar bu kabuk değiştirme işlemi sırasında tamamen yeniden oluşur.
Istakozlar neden canlı kaynatılıyormuş biliyor musunuz ? Su dışında kalan ıstakoz bir çeşit salgıyla ölmeden evvel kendi etini yenilmez hale getirir hatta zehirlenmeye sebebiyet verebilirmiş.
18 Mayıs 2017 Perşembe, 23:40 at 23:40
Istakozlar hakkındaki bilgiler ilginçmiş 🙂
19 Mayıs 2017 Cuma, 09:01 at 09:01
Başakcım, sana katılıyorum bütün yazdıklarında, insanlar doğayı bozdukları gibi dünya üzerinde ne varsa kendi kalıpları ile bozuyor, yozlaştırıyor, burada anlatacak değilim ama bu filmi izlemeye gideceğim. Teşekkürler, keyifle okudum dinledim 19 mayıs sabahı.
19 Mayıs 2017 Cuma, 16:46 at 16:46
Basakcim slm,
Epeydir yazilarina yorum yapmadigimi farkettim. Ama konu Lobster olunca atladim hemen. Bu aralar UMAG’da sinema felsefesine takildigim icin olsa gerek :). Bu filmi de cok begenmistim netekim. Uzunca bir suredir istakozlarin tek esli oldugunu saniyordum (Friends dizisindeki Phoebe yuzunden :). Filmin adi da bundan lobster diye dusunmustum ama gel gor ki hic tek esli falan degillermis. Bu film vesilesiyle ogrenmistim ben de. Film muziklerine yeterli alaka gostermemisim meger. Sahaneymis. Bu arada ne tesaduf ki İnci ve arkadaslari bu hafta sanat atolyesinde dev bir istakoz heykeli yaptilar. Keske burdan gonderebilseydim fotosunu. Yakisikli kirmizi bir istakozumuz oldu. Whatsapp’ina yolluyorum. Birliktelikler hakkinda da bu kadar ayni dusunemezdik heralde. Sevgiler
20 Mayıs 2017 Cumartesi, 21:38 at 21:38
Istakoz deyince Sünger Bob’daki Istakoz Larry geldi aklıma. :)))
https://www.youtube.com/watch?v=7vgiEUDALQM
Not: Bu gece izleyeceğim filmi.
😉
21 Mayıs 2017 Pazar, 22:12 at 22:12
Başakcım filmi izledikten sonra yorumlarını okumak istedim… Gerçekten ilginç bir film, her detay ince ince işlenmiş. Film, senin yorumlarını okuduktan sonra daha da anlam kazandı. Öneri ve yorumlar için teşekkürler. Müzikler de harika… ??
22 Mayıs 2017 Pazartesi, 15:05 at 15:05
Merhaba Başakcım, son derece doyurucu ve düşündürücü bir yazıydı. Filmi izlemiş olmam da yazını daha doyurucu ve anlaşılır kıldı. Eskiden olsa uzun ve kaşıyıcı yorumlar yapardım ama artık beyin keçeleşmesi durumu yaşadığımız için ebelek gübelek bakıyoruz konuya :)) Eline sağlık diyerek güzelce noktalıyorum bu derin konuyu 🙂
22 Mayıs 2017 Pazartesi, 17:46 at 17:46
Selam Başak ;
Beyaz Atlı Prenses demiştim sana bir zamanlar..Bütün bildik öykülerde beyaz ata binen prenslere inat..Sualtında ise Mavi çizgili bir Istakoza benzetirdim seni..Koruyucu kabuğunun içindeki yumuşaklığı , her şeyi ve durumu ( değişimi ) anında hisseden duyargalarınla ve uzun narin dokunuşlar yapan antenlerinle..Kızınca bir ”domeport ” un camını kıracak bir güce de sahip olduğunu bilerek hem de…
Bu senin ” ISTAKOZ ” filmini 3 kez izlemiştim şimdiye dek..Çok hüzünlü ve sert gelmişti bana. Aslında çok ca Latin ve hatta İskandinav algılamıştım ilişki çözümlemelerini senaryonun..Bir Yunanlı yönetmen ,Yorgos Lanthimos tan gelince öykü şaşırmıştım..Ama insan ve de haliyle kadın-erkek ilişkileri nin
” Tragedya ” sında, Grek Sanatının eline kimse su dökemez..Nasıl ki ” kötülüğün ” edebiyatında İngilizlerin ( Bkz. Lady Machbet vb. ) yanına kimse yanaşamaz ise..
Etkileyici ve farklı bir film Lobster..Biraz da ” GICIK ”..Ama kesinlikle üstdüzey.. Oyunculuklar ve sinema estetiği…
Geriye ne mi kaldı bana.. ” Sevda kuşun kanadında…”
23 Mayıs 2017 Salı, 21:36 at 21:36
Mecburen izlenecek bu film de…:-) Yorumlarına katılıyorum bittabii… Gezilerde bazan çift olamamak canımı sıkıyor, sonra gezideki çiftleri görünce halime seviniyorum. 🙂