KAŞINTI; Bu ne acayip bilmece…
“Kimdi giden, kimdi kalan
Giden mi suçludur her zaman
Ne zaman başlar ayrılıklar
Dostluklar biter ne zaman
…”
Murathan Mungan
Oooo hoş geldiniz… 🙂 Madem geldiniz, buyurunuz o zaman 🙂
Bugün bir kadeh şarap koydum kendime, biraz şiir, biraz şarkı demleniyorum. Kendi kendime… Bu yazacaklarımın duyurusunu yapmamaya daha yazıya başlarken karar verdim . Bakalım kim çalacak kapımı 🙂 Sürpriz kere sürpriz… Sürprizleri severim. Hele ki dostlardan geliyorsa 🙂 Bak gelen olmazsa bozulmaca yok ama… Tamam tamam bozulmayacağım söz 🙂 Pist Dido ! Sana otomatik olarak düşecek yazı nasılsa, gel bak şarap içmem dersen demli çayımız da var 🙂
Bu bölümü yazıyı yayınladıktan sonra ekliyorum. Olacak şey değil ! İnanılır gibi değil…!
Can Yücel’in bir şiiri geldi aklıma. İnternetten buldum okuyorum.
”Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu
olmalı insanin…
“Nereden çıktın bu vakitte” dememeli, bir
gece yarısı
telaşla
yataktan fırladığında;
“Gözünün dilini” bilmeli; dinlemeli
sormadan, söylemeden
anlamalı…”
Ne olduğunu söylesem inanmazsınız. Gece saat on, on buçuk. Kapım çaldı ve yanında üç çocuğu ile Sezen… 🙂 Pes diyorum artık ! Sezen kim mi? Hey gidi Karadeniz yazısının başını okuyun.
Kıvırcığın köyünde çektiğim fotoğrafları elden geçirirken, bir fotoğraf takıldı kafama. Gölün ortasında kurumuş ağaçlar… Gel de yazma… Bu ağaçlar neden kurdu? Gölün ortasında ağacın işi ne? Sorular sorular… Edibe’nin uzmanlık alanıydı bu, ben de onu aradım. Eskiden ağaçların kenarında inceden bir su akarmış. Bu ağaçlar o suyun kenarında yemyeşil yaşarmış. Bir gün bu küçük derenin önüne birileri set çekmiş, bu yapay göl oluşmuş. Su toprağı baskılamış, toprak hava alamamış ve ağaçlar kurumuş.
Bu kurumuş ağaçlar bana öyle çok şey çağrıştırmaya başladı ki anlatamam… Gölün ortasında iki kuru ağaç. Aslında üç… Üçüncü ağaç biraz daha geride. O suyun içinde kalmamış ama kendini de kurtaramamış. O da kurumuş. Düşün düşün dur. Hayal gücüm tam gaz… Sonra gelsin şiirler, gitsin şarkılar. Bu film sahnesi mi ne? Bilmem, ne ola ki? Ya şiir ne alaka? Oooo herşeyi de ben söylersem size düşünecek ne kalır? Bir acayip bilmece işte 🙂
HEY YAZAR DOSTLARIM ! Size sesleniyorum ! Bugün bu iki ağaç için öykü yarışması düzenliyorum. Servet Abi’cim, çınladı mı kulaklarınız ?? !! 🙂 Ama duyurmayacağım, duyabilen katılacak 🙂 Ödül çok büyük ! Jüri mi? Jüride ben varım 🙂 Daha doğrusu jüri benim 🙂 Benim hikayem mi? Ooo ben çoktan yazdım ama buraya yazamam yoksa etki altında kalırsınız. Hem ben jüriyim, jüri yarışmaya katılamaz ki 🙂
Sarmadı mı? Peki… Orda bir köy var uzakta…
17 Temmuz 2012 Salı, 14:37 at 14:37
Heyooovvvv 😀 Sevindirik oldum birden…Yoksa kapıyı ilk çalan ben olduğum için mi ??? Bilmiyorum ama beni güldüren bir rastlantı oldu…Neden dersen Başakçım, durup dururken birden aklıma yutmoğraf geldi, ne zamandır yeni bişey koymadığını düşündüm..Sonra bi değişiklik var mı gene bi bakiiim dedim; aaaa!!! Yeni bir yazı! “Sanırım Başak duyurusunu anca yapacak” diye okumaya başlamıştım ki, meğer duyurusunu yapmayacakmışsın! 🙂 Hahahaah çok hoş oldu..
Ağaçlı foto çok güzel, keşke bişeyler yazabilseydim ama yazmaya yazmaya öyle köreldim ki…Şimdi bu şeyler bana öyle uzak gekiyor ki :s ama belki yazan biri çıkar..Çıkmazsa senin öykünü alalım lütfen 😉
Fotolar Karadeniz’den gördüğüm kadarıyla…Çok güzeller 🙂
18 Temmuz 2012 Çarşamba, 11:21 at 11:21
Hoşgeldin Zehra’cım 🙂
biliyor musun, “geleceğini biliyordum” diyebileceğim bir kaç kişiden biriydin ve evet ilk sen çalındın kapımı :)))
Her ne kadar “cooooolll” bir şekilde :)))) bu yazıyı yalnızca kendime yazıyorum, duyurmuyorum filan desem de merak içinde acaba kim çalacak kapımı demekten de kendimi alamadığım bir gerçek :)))
Hep böyle oldum zaten. Hiç “COOL” olamadım :)))
Geldiğine sevindim gerçekten 🙂
18 Temmuz 2012 Çarşamba, 09:49 at 09:49
Bitkileri susuzluk değil fazla su öldürür dedikleri bu olsa gerek.
18 Temmuz 2012 Çarşamba, 11:21 at 11:21
FARUK !
En sonunda seni de Yutmoğraf’da gördüm ya 🙂
Hoş geldin yol arkadaşım, Kübadaşım, hoş geldin sefa getirdin.
Şarabı duyunca dayanamadın di miii !! ?? 🙂
20 Temmuz 2012 Cuma, 09:04 at 09:04
Rica ederim ne demek; çok teşekkür ederim 🙂 Bu bekleyişin nasıl heyecan verici bişey olduğunu tahmin ederim Başakçım 🙂 İnşallah hayatta hep beklenen ve istenen güzel şeyler çalar kapımızı….sevgiler….
22 Temmuz 2012 Pazar, 00:14 at 00:14
Yutmo iyileşti mi sn hocam :))
22 Temmuz 2012 Pazar, 08:46 at 08:46
Way Selçuk Hocam da gelmiş, hoş gelmiş 🙂
Yanıtını Yutmoğrafa yazdım, değişiklik olsun… :)))
Eeee ne de olsa sofra muhabbetime gelmişsin, sofrada ağırlayayım dedim bu sefer :))
İyileşti iyileşti Selçuk’cum, canavar gibi, sağolasın.
Benim yerime çay bile içti bak 🙂
Bu arada Dionysos sana da haber vermiş anlaşılan.
Bilirim aranız iyidir 🙂
22 Temmuz 2012 Pazar, 08:54 at 08:54
Yutmunin iyileşmesine sevindim. Bu hafta Bodrum iptal oldu, daha doğrusu haftaya ertelendi.
22 Temmuz 2012 Pazar, 18:45 at 18:45
Kendi çok çay içermiş gibi bi de “demli çayımız var” demez mi bu kardeşler… Biriniz “cool”, biriniz değil ama alemsiniz ikiniz de 🙂
22 Temmuz 2012 Pazar, 18:58 at 18:58
ihi ihi ihi :)))
sen de hoş geldin, Dido’cum 🙂
25 Temmuz 2012 Çarşamba, 13:16 at 13:16
Başakcığım, merhaba.
13 Temmuzda tatile çıktım ve sabah geldim. Yine boş durmamış, bizim için güzellikler örmüşsün gözlerinden, dillerinden… Senin dostun olmak çok güzel.
Öykü konusu fotoğraf çok güzel… Has öykücü arkadaşlar eminim harika şeyler döktürür bu kareye. katılım için son tarih nedir? Senin öykünü herkes merak eder haklı olarak; ama en son yayınla.
Paylaştığın için teşekkürler.
Sevgiler.
25 Temmuz 2012 Çarşamba, 13:33 at 13:33
Hoşgeldiniz Servet Abi 🙂
Ben de sizi bekliyordum. Daha doğrusu geleceğinizi biliyordum 🙂 Öykü için son katılım tarihi yok aslında ve işin komiği daha öykücü arkadaşlar bu yazının farkında da değiller 🙂 Görürlerse sürpriz kere sürpriz de onlar için olacak :)))
Fotoğrafa öykü önerisi sizden geldiği için öncelikle bu fotoğrafı öykülemeniz beni çok sevindirir. Yazılacak öykü olursa, bu sayfada, yine yorumlar bölümde yayınlamayı düşünmüştüm.
Eğer bir öykü yazarsanız, yine bu bölümün yorumlar kısmına ekler misiniz?
Not: Ayrıca sizin de ne kadar has bir öykücü olduğunuzu çok iyi biliyorum 🙂
Tekrar hoş geldiniz. İçten, yürekten gelen her şey çok güzel. Dostluk da ancak böyle mümkün değil mi?
25 Temmuz 2012 Çarşamba, 13:36 at 13:36
Küçük bir açıklama yapayım 🙂 ;
Normalde yutmoğtafa gelen yorumlara, yorumu yazanın e-postasından yanıt veriyorum. Bir tek bu bölüme özel olmak üzere, gelen her yoruma buradan yanıt vereceğim.
26 Temmuz 2012 Perşembe, 12:33 at 12:33
Şeker Başağım,
aslında Yutmograf’tan haber bekliyordum ama bir yanda da Başak yoğun bu ara eli ermedi diyordum, bu çok hoş bir süpriz oldu.
Yarışma fotoğrafı çok zengin çağrışımlı, insanı dağıtıyor. Sanki insanlığın şu an kıvranan bir sevgi yumağı bu dallar, ayakta kalmak için göğe el açmışlar…
Yazıları ve fotoğrafları özlüyoruz, boş durma şeker arkadaşım.
26 Temmuz 2012 Perşembe, 22:21 at 22:21
Berna’cım sen de hoş geldin 🙂
Ben biraz mola verdim. Durdum, duruldum…
Bende hayır yok şu ara ama senden bir hikaye çıkar mı acaba ne dersin 🙂 ? Yoksa sıcaklar hayal dünyamızı da uyuttu mu?
28 Temmuz 2012 Cumartesi, 14:02 at 14:02
Sayın jüri, evde buharlaşmadan önce bu gölgeden ağaçların, akamayıp biriken çayın ve onlara bakan yeşil ahalinin bir hikayesini yazmayı çok isterim… Nasip, kısmet tabii:))
Bu arada gelincikli fotoğrafa bayıldım…
Kocaman sevgiler, saygılar.
28 Temmuz 2012 Cumartesi, 14:09 at 14:09
Kısmet… :))))
30 Temmuz 2012 Pazartesi, 12:37 at 12:37
BENİM DERELERİM
Bana dere yapmayı, Zeki öğretmenimizin kızı Serpil öğretti. O, çok güzel resim yapıyordu. Dere nasıl mı yapılır? Şöyle: Bir mektup kâğıdını yanlamasına önüne koyarsın. Altı renkli boya kalemlerin olacak tabii, yoksa dere olmaz. Aslında on iki renk olsa daha güzel olur ama olsun böyle de oluyor. Serpil çok güzeldi. Üçüncü sınıfa geçtiğimizde Ali öğretmenimiz Serpil ile beni aynı sıraya oturttu ilk gün. Teneffüse çıktığımızda çocuklar alay ettiler benimle çünkü herkes kız/kız, oğlan/oğlan oturuyordu. Aslında ben sevinmiştim ama Serpil’e bile belli etmedim.
Kâğıdı uzunlamasına yatırıyorsun ve üst köşeden başlayarak çaprazlama sol kenara doğru uzuuun bir S çiziyorsun mavi kalemle. Mavi çizgi, çimenlerin suya değdiği yer olacak, bu önemli. Serpilin elleri çok güzel, parmakları ince ve uzundu. Derenin beri kıyısı için, başladığın yerden bu sefer aşağıya, kâğıdın uzun kenarına bir güzel S daha çiz. Oldu! Şimdi, kahverengi kalemle böyle kalın kalın tarayıp, akması için topraktan kenar yapmalısın. Serpilin gözleri bal rengiydi. Alay etmesinler diye sonraki gün hiç teneffüse çıkmadım. Saman kâğıdı sarı defterime ağaç resimleri çiziyordum. Bir gün, Serpil ağaçlarımı gördü. Ne güzeeel! Bu ne ağacı? Serpil’in sesi yumuşacıktı. Salkım söğüt dedim. Şu dere kenarındaki ağaçlar mı? Evet, onlar. O zaman öbür teneffüste bunları dere kenarına konduralım dedi. Sevindim. Onun boya kalemleri on iki renkliydi. Annesi de güzeldi Serpil’in. Sarı, uzun saçları, bal rengi gözleri vardı. Kitaplardaki anneler gibiydi Mehlika teyze. Saçları, mısır püskülleri gibi uçuşurdu rüzgârda.
Serpil’in dereleri bizim tarlanın kenarındaki dereden daha güzel oluyordu. Yukarı doğru neden daralıyor bu dere? Akıllım, bu çok uzun bir dere olduğu için uzaktan böyle görünür. Bizim dere kısa demek ki. Utandım. Sihirbaz gibi çiziyor, iki teneffüste bitiriyordu bir dereyi. Üst yana salkım söğütleri kondurdu hemen. Şaçlarını suya değdir dedim. Kimin? Söğüdün! Söğüdün saçları mı var? Var tabii… Babam, dalları suya değince, söğüt saçlarını yıkıyor diyor biliyor musun?. Çok güldü, hoşuna gitmişti. Güldürdüğüme sevindim. Ben ağaçları Babamdan öğrendim. Çok iyi aşı yapardı. Hangi ağaç, hangi toprağı sever; kaç sene yaşar hepsini bilirdi. En çok zeytin aşılardı. Dağlardaki genç deliceleri söker, konu-komşunun bahçesine diker, tutmuşsa, ertesi yıl aşılardı. Bir de küçük kutularda yetiştirdiği çam fidelerini evin önünden geçenleri çevirip, neredeyse zorla eline tutuşturur, bahçelerine dikmelerini isterdi. Serpil dedi ki, bu kenara çam konduralım. Olmaz dedim. Neden olmaz? Çam, çok suda boğulur. Nasıl? Akıllım, iğne yapraklı ya, söğüt gibi terleyemez işte. Peki dedi, söğüt yapalım o zaman. Söğütlerin saçlarını dereye yatırdık beraberce. Saçları lüle lüleydi Serpil’in.
Bir ağaç kuruduysa Babam çok üzülürdü. Günlerce dallarına, yapraklarına bakar hastalığını anlamaya çalışır, bulamazsa söküp bir de köküne bakardı. En çok genç bir ağaç kurursa üzülürdü. Ona göre, ağaçlar insan gibiydi; doğar, büyür, ölürdü. Yeter ki ölümler, sıralı olsundu.
Serpil’in dereleri pırıl pırıl, tertemiz olurdu. Öyle ki suyu sessizce, masmavi akar, hiç bulanmaz, hatta yazın bile kurumazdı. Ben de güzel dereler yapıyordum artık ama içine kurbağalar, sülükler, bir de yosunlar koyuyordum. Sülük ve kurbağaları, yosunların altına saklıyordum görüp de korkmasın diye. Ninem, uzun kış geceleri: Ah, kökünden kopasıcalar diyerek dizlerine vurdukça ayaklarındaki kan oturmuş morartıların ağrısının dayanılmaz olduğunu anlardık. Sonra, Nisan-Mayıs gibi, derelerde sülükler çıkardı. Annemin verdiği şişeyle derenin kuytu, akıntısız bir yerine gider, bir ayağımı suya sokardım. Beş dakika geçmeden gelip yapışırdı bir- ikisi… On tane yakalayınca Nineme yetiştirirdim. Sen dışarı çık derdi korktuğumu düşünüp. Oysa kaç defa aralıktan gözlemiştim kan emmiş sülüklerin nasıl şiştiğini. Serpil görse, korkar, çığlık bile atar. Görmesin! Ama onlar Ninemin şifası, dostlarıydı işte.
Ertesi yıl Serpillerin tayini çıktı. Gittiler!
06 Ağustos 2012 Pazartesi, 21:32 at 21:32
Ben çok sevdim Serpil’i. Aşık oldum ona. Peki aşık oldun da ne yaptın derseniz, aşık oldum dedim ya, daha ne yapayım! Hem siz inanmayın, aşkın sevginin fedakarlıkla, sabırla, emekle olduğunu söyleyenlere. Palavra!
Kendimi açtım, sevdim onu. Serpil’i tanıdığımda evliydi (belki hala öyledir, bilmiyorum). Bir çocuğu vardı. Ortak arkadaşlarımız tanıştırmıştı bizi. O fotoğraf çekmeyi, yürüyüşü, gezmeyi çok severdi. Benim böyle şeylerle uzaktan yakından ilgim yoktur. Evden çıkmayı pek sevmem. Ama işte bu geziden bahsettiklerinde sırf ona yakın olabilmek için katıldım. İki günlük bir geziydi. Dağda, bayırda gezilip fotoğraf çekilecekti. Benim içinse Serpil’e yakın olma fırsatı.
Ona olan ilgimi seziyor ama mesafeli davranıyordu. O heyecanla gördüğü herşeyi fotoğraflıyor bense ellerinin üzerinde nehirler gibi duran damarlarına bakıp öpmek istiyordum. Yeşil damarlar fotoğraf makinesini kavradığında tek düşündüğüm ellerini öpmekti. Bu göl kenarına geldiğimizde garip bir şey oldu, Serpil ağlamaya başladı. Tedirgin oldum. Biri ağlayınca onun yanından kaçasım gelir. Kocasıyla sorunları mı vardı acaba? Bir şey mi olmuştu? Benden mi sıkılmıştı? “Ağaçlar,” dedi “ölmüşler”. Suyun ortasında üç tane ağaç, kurumuş. Baktım. Ne diyeyim ki şimdi, kurumuşlar evet. “Ne ağacıydı acaba bunlar?” diye sordu. Nemli gözleriyle öyle güzel bakıyordu ki benim de ağlayasım geldi. Sait Faik aşkına; hiç bilmem ki adlarını. Benim için hepsi aynıdır; kuş kuştur, ağaç ağaç. Ama tabi Serpil’in karşısında havamı bozmamak için, “Sanırım söğütmüş bunlar, suyun ortasında boğulmuşlar, iyi mi!” diyerek onu neşelendirmeye çalıştım.
“Saçlarını yıkarken boğulmuşlar!” Serpil cümlesini zor tamamlayıp hüngür hüngür başlamadı mı ağlamaya. Yanına gidip başını omzuma dayadım, ellerindeki nehirlerden öptüm onu. Fotoğraf makinesi düştü suya. “Bak,” dedim, “o da boğuldu.” İyice başladı zırlamaya.
Ah Serpil, ne alem kadındın sen. Beni de boğsaydın ya oracıkta.
06 Ağustos 2012 Pazartesi, 21:41 at 21:41
WAY! Onur kardeş hoş geldin. İkinci öykü de senden geldi 🙂 Bir Serpil’dir gidiyor 🙂 Öyküler onun üzerine dönüyor ya hadi bakalım hayırlısı. Kalemine sağlık 🙂