Agota Kristof ve Üçlemesi
Yaklaşık iki yıldır Pazartesi günleri dört arkadaş bende toplanıp kitap okuyoruz. Genellikle felsefe okumaları yapıyoruz. Bir kitap belirliyoruz, içimizden biri -genellikle Necla Hanım- yüksek sesle bu kitabı okuyor, diğerleri dinliyor. Zaman aman okumayı kesip, üzerinde tartışıyoruz. Hem sohbet ediyor, hem fikir alışverişi yapıyor, hem de yeni şeyler öğreniyoruz. Sadece kitaba da bağlı kalmıyoruz tabii. Hayata dair ne varsa konuşacak, bize kapı açıyor bu okumalar. Şimdiye kadar, “Tilki İle Kirpi” ve Sponvil’in “Büyük Erdemler Risalesi” adlı kitapları okuduk. En son Candan’ın tavsiye ettiği, Agota Kristof’un yazdığı, “Büyük Defter”, “Kanıt” ve “Üçüncü Yalan” adlı roman üçlemesini okumaya karar verdik. İlk altmış sayfadan sonra, ben kitabı herkesin evde, kendisinin okumasını, daha sonra üzerinde konuşulmasını önerdim. İyi ki de öyle yapmışım. Zira kitap, insanı o kadar kendi içine, bazen de özeline götürebiliyor ki benim gibi biri için kesinlikle yalnız okunması gerekiyormuş.
Neden mi? Kitabı okuduğunuzda ne demek istediğimi çok daha iyi anlayacaksınız. Kitaptaki öykülerin çok derinden dokunan bir hüzünü var… Dili oldukça yalın. Dilin yalınlığının dışında kitaptaki çocuk kahramanların hayata bakışı da bir o kadar yalın. Onca acıyı o kadar basit ve sade bir dille aktarıyorlar ki, sanki yaşananlar son derece doğal… İnsanı en çok çarpan da bu oluyor. Duygulardan arınmanın erdemlerden uzaklaşmak olmadığını görüyor insan. Beni en çok vuran da bu olmuştu.
Öncelikle, kitabın arkasındaki, kitap hakkında yazılmış olan kısa bilgiyi vereceğim;
“Zamanın ve adın olmadığı bir coğrafyada, savaşın, felaketin, yoksulluğun ortasında anneannelerine emanet edilmiş küçük ikizler, bir yandan hayatı anlamaya çalışırken bir yandan da ne pahasına olursa olsun hayata sıkı sıkı tutunmaya çalışırlar.”
İkizler on yaşlarındadırlar. Okuma yazması olmayan, cimri, pis ve tehlikeli bir kadın olan Anneanne’nin yaşam koşulları çok zordur.
Evet bu kitabın kahramanları olan o iki çocuk, bir nevi duygularından arındırıyorlar kendilerini. Buna kitabın içinden bir bölümle örnek verebilirim;
ÖĞRENİM HAYATIMIZ
Öğrenimimiz için, Babamızın büyük sözlüğünden ve Anneanne’nin evinde tavan arasında bulduğumuz Kutsal Kitap’tan yararlanıyoruz.
Yazım, kompozisyon, okuma, kafadan hesap, matematik, bellek güçlendirme derslerimiz var.
Yazım ve açıklamalar için sözlükten yararlanıyoruz. Sözlük yeni, eşanlamlı, karşıt anlamlı sözcükler öğrenmede de işimize yarıyor.
Kutsal kitap yüksek sesle okumada, yazımda ve bellek güçlendirme alıştırmalarında işimize yarıyor. Bu nedenle Kutsal Kitap’ın çeşitli bölümlerini ezbere biliyoruz.
İşte bir kompozisyon dersi:
Mutfaktaki masanın başına geçiyoruz, kareli kağıtlarımız, kalemlerimiz ve Büyük Defter. Yalnızız.
Birimiz, “Kompozisyon konusu: “ Anneanne’nin Evine Varış”; diğerimiz, Kompozisyon konusu:”Görevlerimiz” diyor.
Yazmaya başlıyoruz. Konuyu işlemek için iki saatlik süremiz ve iki kareli kağıt hakkımız var.
İki saatin sonunda kağıtlarımızı değiştiriyoruz. Sözlükten yararlanarak yazım yanlışlarını düzeltip kağıdın altına “iyi” veya “iyi değil” yazıyoruz; “iyi” ise kompozisyonu ateşe atıp bir sonraki derste aynı konuyu işliyoruz. “İyi” ise kompozisyonu Büyük Deftere temize çekiyoruz.
“İyi” ve “iyi değil” için çok basit bir kuralımız var. Kompozisyon “gerçek” olmalı. Olanı yazmalıyız, gördüğümüzü, duyduğumuzu, yaptığımızı.
Örneğin “Anneanne bir Cadı’ya benziyor” yazmak yasak ama “insanlar Anneanne’ye Cadı diyor” yazmak serbest.
“küçük Şehir güzel” yazmak yasak, Küçük Şehir bize güzel gelebilir ama bir başkası için çirkin olabilir.
Aynı ölçüde “Posta iyi” diye yazamayız, bu gerçek değil; çünkü posta bizim bilmediğimiz kötülükleri yapabilecek biri belki. Bu yüzden yalnızca “Posta bize battaniye veriyor” diye yazıyoruz.
“Çok ceviz yiyoruz” yazabiliriz; ama “ceviz severiz” yazamayız, çünkü “sevmek” kesin bir sözcük değil, belirginlikten ve nesnellikten uzak. “Ceviz sevmek” ile “Anneannemizi sevmek” aynı şeyi ifade edemez. Birinci cümle ağızdaki hoş bir tadı belirtir, ikincisi duyguyu.
Duyguları tanımlayan sözcükler çok belirsiz, bunları kullanmaktan kaçınıp, nesnelerin, insanların kendileriyle, yani olayların sadık betimlemeleriyle yetinmek lazım.
BELLEK GÜÇLENDİRME ÇALIŞMALARI
Anneanne bize:
-İtoğlu itler, diyor.
Kimileri:
-Cadının piçleri! Orospu çocukları! Diyorlar.
Kimileri de:
-Aptal. Serseri. Sümüklü. Eşek. Kirloş. Domuz yavrusu. Rezil. Aşağılık. Çürümüş hayvan leşi. Küçük boklar. Katil tohumu. İpten kazıktan kurtulmuş.
Bu sözleri duyunca yüzümüz kızarıyor, kulaklarımız çınlıyor, gözlerimiz batıyor, dizlerimiz titriyor.
Artık ne kızarmak ne de titremek istiyoruz, küfürlere, bizi yaralayan sözlere alışmalıyız.
Mutfaktaki masanın başına karşılıklı oturuyoruz, göz göze, en dayanılmaz sözleri söylüyoruz.
Biri:
-Süprüntü, göt deliği.
Diğeri:
– Götveren, aşağılık.
Sözcükleri duymaz, beynimize ulaşmaz hale gelinceye kadar tekrarlıyoruz.
Hergün yarım saatlik böyle bir çalışmadan sonra, sokaklarda dolaşıyoruz.
İnsanları bize hakaret etmeye zorluyoruz, sonunda kayıtsız kalabildiğimizi fark ediyoruz.
Ama eskiden kalma sözcükler de var.
Annemiz bize:
-Canlarım. Aşklarım. Mutluluğum. Tapılacak bebeklerim, derdi.
Bu sözcükleri hatırlayınca gözlerimiz yaşla doluyor.
Bu sözcükleri unutmalıyız, çünkü artık kimse bize böyle şeyler söylemiyor, bu sözcüklerin anısı da taşınamayacak kadar ağır.
Böylece çalışmaya başka bir yönden başlıyoruz.
Şöyle diyoruz:
-Canlarım. Aşklarım. Sizi seviyorum…Sizi hiç terk etmeyeceğim. Yalnızca sizi seveceğim… Her zaman… Sizler benim için hayatsınız…
Tekrarlanmaktan sözcükler anlamlarını yitiriyor ve verdikleri acı da dinmeye başlıyor.