YERALTI
Son zamanlarda izlediğim iyi filmlerden biri “Yeraltı”. Dostoyevski’nin “Yeraltından Notlar” adlı romanından günümüze uyarlanmış. Belki de esinlenilmiş demek mi daha doğru acaba? Ne dersin Berna ne desek ki? 🙂 Bu filmi izlerken üzerine çok tartışılabilecek bir film olarak da bulabilirsiniz veya bir arkadaşımın dediği gibi “nesini tartışayım, zaten yeratı adamı benim; dürüstsen yalnızsındır” da diyebilirsiniz. Ya da filmdeki gibi bir masa da siz kurabilirsiniz… Belki de Apartman görevlisi kadın gibi yaklaşıp, işinize gelecek ortamı koruyabilmek adına bir zamanlar size destek olmuş insanları satabilirsiniz… Hepsi size kalmış… Çok değişik açılardan ele alınabilecek ve çok farklı yorumlara açık bir film olduğunu düşünüyorum. Nerede durup nereye bakıldığına bağlı olarak değişkenlik gösterebilir. Filmi izlerken filmde kendimden ve kendi çevremden izler buldum. Bunun yanısıra oldukça iyi saptamaların yer aldığı bir film olduğunu söylemeliyim. Yemek masası sahnesi örneğin; oldukça çarpıcıydı. Arkadaşlarının derdini anlamak yerine, yiyelim içelim güzelleşelim diyen, ya da bugünkü deyimiyle o sıkıntıyı geyik muhabbetine çevirerek yok sayıp, kendilerine ayna tutulmasına izin vermeyen sözde …. bir grup insan. Bunun en kolay yolu ise derhal diğerini ötekileştirip, uzaklaştırmak. Sorunlardan ve “sorunlu” olarak etiketledikleri insanlardan uzak durmak. Ve bunu son derece olgun tavırlarla yapıp bir de üzerine Çav Bella şarkıları patlatmak… (Bu arada yanlış anlaşılmasın, bu şarkıyı ben de severim 🙂 ) Öte taraftan, içinden geçenleri söyleyemeden bastırıp, öfkesini içinde çoğaltan bir insanın giderek büyüyen yalnızlığı…
Bu filmi izlemenizi öneririm.
Film ile ilgili hoşuma giden bazı yazılardan alıntılar yaptım.
Bütün bunları Zeki Demirkubuz’un İstanbul Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülünü de alan Yeraltı filmi dolayısıyla yazıyorum. Bir subayın caddede attığı bir omuz darbesinin yol açtığı incinmenin, kendini küçümsemenin, iyi olamamanın dünyasını Ankara’ya taşıyor bu kez yönetmen. Ankaralı küçük memur Muammer’in çevrinen yüzünde, dağılan gölgesinde dışlanmanın, kankalar içinde olamamanın, sıcaklık arayışının başarısızlığını ve kötü olmaya yazgılı oluşumuzun dünyası bu. Dostoyevski takıntısını çok yakından bildiğimiz Demirkubuz sıradan kötülüğümüzün içine daldırıyor bizi. Sıkıntıyla izlediği belgeseller Muharrem’in güç istencinin, acıtan küçüklüğünün meşruluk temelleri de oluveriyor. Ya da aşağı doğru inen, mükemmel geometrinin merdivenleri gibi… Evet Demirkubuz Dostoyevski’nin vicdanlı kötücüllüğünde bıçak sırtı bir yerde duruyor; ne tarafa düşeceğini sonraki filmlerinde göreceğiz. İyi olmamıza izin vermiyorlar ki…
Bunlardan biri de filmin yönetmeniyle yapılan bir röportaj.
Zeki Demirkubuz’la, hayata, sola, Yeraltı’na dair konuştuk, amacımız filmi anlattırmak değil de, filmi seyreden insanların sorularına yanıtlar bulmaktı.
>> İşin esası yeniden yaratma özgürlüğüne sanatçı sahip olmalıdır. Kopyacı öğrenci ile konunun esasını bilen öğrenci gibi.
Zeki: Artık ben bir sanat eserine sadık kalarak bir uyarlama yapmam, Kıskanmak’ı sahiplenmemek anlamında söylemiyorum, kendimi kısıtlamak istemediğim için söylüyorum, çünkü anladım ki aslında sadık kalmak seyircinin de yorumlarını da kısıtlıyor. Esinlenme ayrıca benim için daha keyifli, ayrıca bunun sinemasal sorumluluğunu Dostoyevski üstlenmiyor ki ben üstleniyorum, insan eserine imza atabilmeli.
>> St. Petersburg o zaman Rusya’nın başkentiydi, bürokrasinin ve entelektüelliğin merkezi, aynı zamanda statükonun her tarafa sindiği bir toprak, sen bunu Ankara’ya taşıdın, niçin Ankara?
Zeki: Birincisi Petersburg o tarihlerde yeniden inşa ediliyordu, her taraf yıkılıyor ve yeniden yapılıyordu, kent tasarlanmıştı ve sonuçta ruhunu kaybetti. Öte yandan Korkunç İvan, Çar şu bu ile Rus insanı için Lenin, Stalin ve Putin arasında çok büyük bir algı farkı yok. Onlar kendi iktidarlarını “kurtarıcı” olarak görüyorlar. Bu insanlar çok farklı insanlar, ama bu ideolojik düzeyde, ama toplumun onları nasıl algıladığına gelince, orada kurtarıcı imgesinde hepsi birleşiyor. Ben Türkiye’de de aynı durumun olduğunu düşünüyorum, Ankara sonradan kurulmuş ve elbette ruhsuz bir kent. O nedenle Ankaralı bir insanla konuşunca, açık mekânlarda ve insan ruhunun en serbest olduğu anlar değil de, kapalı mekânlarda ve kendilerini diğerlerinden soyutlayabildiğinde düşünüyor mesela. Ayrıca her gelen için yeni bir kurtarıcı, yeni bir yüce sığınak iktidarın temsilcisi. Tam da bu nedenlerle Ankara’yı seçtim, böyle kentler aslında bütün o ihtişamı ve resmiyeti içinde Yeraltı insanını en yoğun şekilde doğuran yerler, çünkü kent aslında resmi imgesini doğururken yeraltının dehlizlerinde kaybolan insanını da yaratıyor ve onun bilinci ikiyüzlülüğün inanılmaz hatıralarıyla dolu. Bir başka şey daha söylemek isterim, Lermontov, Puşkin, Dostoyevski merakım yüzünden onların kültürleri ve ruh halleri ile bizimkiler arasında çok düşünmüşümdür, inanıyorum ki bir batılıya göre bizim ruhlarımız birbirine çok daha yakın. Biz onları çok daha iyi anlayabiliriz, doğayla ilişkilerimiz, insani ilişkilerimiz, sevgi kibir acıyarak sevgi üretmek, kendinden yola çıkıp ötekine ulaşmak gibi meseleler içinde biz aynı ruhun insanlarıyız diye düşünüyorum. Ankara bu nedenlerle beni çekti, gördüğüm şey, orada şaşkınlıkla gördüğüm yüzler ve ilişkileri beni düşündürür, bu karakterlerin Ankara’nın sokaklarını hala arşınladığına inanıyorum. Hatta yalnızca memurlarında değil, aydınlarında, sanatçılarda ve öğrencilerde bu ruh hallerini çok daha fazla görüyorum.
Aynı şeyi şaşırtıcı biçimde Kars’ta da görmüştüm, çünkü orada uzun kış gecelerinde kapalı mekânda oturan insanlarda bir sohbet kültürü oluşmuş, Ankara gibi bir bürokrasinin olmadığı için de aralarında bir mizah kültürü var, son derece zekice bir mizah hayatın en yalın diyaloglarında bile karşımıza çıkıyor. Neredeyse o insanların hayatları birer ironik edebiyatın parçasına dönüşmüş.
Düşünüyorum da Ankara bir tür sürgün yeri gibidir Türk aydını için. Oraya gittiğimde insanların sözleri, düşünceleri, hislerine baktığımda yaşadıkları ile aralarındaki mesafenin epey fazla olduğunu görüyorum, sanki yaşamları onları yeterince beslemiyor, orada yaşıyorlar ve dertleri, hisleri, akılları dışarıdan gelmiş gibi. Yukarıdan ve tepeden gelmiş dertlerin, hislerin, eleştirel aklın, tepkilerin bileşimiyle yapay bir hayat sürüyormuş gibiler. Ankara Avrupa’nın 150 yıl önce yaşanan orta Avrupa melankolisini şimdi yaşıyor ve bu da onları ilginçleştiriyor.
>> Peki, son olarak bir de Kızıl Elma konusu var, yazılarda çok görmedim, ama seyircilerle konuşmamda en çok merak edilen, toplantıya gelen karakterleri niçin Kızıl Elma bürosuna taşıdığın, nasıl bir sol tasviri ve düşüncesi senin derdinle o sanal dünyanın insanlarını birleştirdi? Gerçi solda bir örgütten birisi ayrılınca, hem ayrılanın örgüte dair anıları hem de örgütün içindekilerin onu silikleştirmek için inanılmaz bir yeraltı edebiyatı gibi onun hakkında korunma refleksini de içeren bir karşı anlatı geleneği vardır.
Zeki: Bunu senin de çok iyi bildiğini biliyorum, ama solda tarihler ve karşı tarihlerin birbiriyle çatışması benim en çok ilgimi çeken konulardan birisidir, benim orada Muharrem’i arkadaşları arasında hiç de yeteneksiz olmadığı halde nasıl yalıtıldığını ve istenmeyen birisi hale geldiğini anlatmak gibi bir amacım vardı.
Ama bir de şöyle düşünelim, bir yandan Apple bilgisayarlar, duvarlarda çok farklı imgeler, dertleri, muhabbetleri çok farklı insanlar, ama işte duvarda, Che posteri, şu bu. Bu insanları ben militan bir solun değil de Apple’ın Steve Jobs’un çocukları olarak görüyorum, bizim geçmişimizin adanmasını yaşayan insanları değil, bu anlamda solun örgütsel çatısını içermiyor onlar. Şöyle diyelim, 1980 darbesi olmuş, geçmişin onbinlerce militanı açıkta kalmış, içerde işkenceler devam ediyor, ama dışarıda da yüzbinler var, bir kısmı artık üretimle bağlarını kopartmış ve giderek sanal dünya ile ilişki kurmuş.
Bu insanların hayatla kurdukları ilişkilerde hep eksik bir şey vardı. Hayatı yeterince yaşamıyorlar, onun yerine kendilerine farklı bir dünya yaratıp onun içinde sığıntı gibi yaşıyorlardı. Bu aslında solun sinemasal temsili değil de onun dışındaki sanal dünyanın içinde kendilerini daha rahat hisseden ve işçi sınıfıyla hiçbir somut alıp veremediği olmayan insanlar, hatta işçileri görseler rahatsız bile olabilirler. Bunlar bir yandan orta sınıf, öte yandan beyaz yakalılar, ama toplumsal ve sınıfsal kimliklerini yok etmişler, onlar için muhabbetleri yaşamın çatışmasından daha gerçek, daha güzel ve o dünyada kendilerini daha rahat hissediyorlar.
Yukarıda paylaştıklarım benim ilgimi çeken kısmıydı. Yazının tamamını okumak isteyenler için; http://www.birgun.net/cultures_index.php?news_code=1335171186&year=2012&month=04&day=23
01 Mayıs 2012 Salı, 07:10 at 07:10
Güzel film hakikaten. Ben şey sahnesine bittim, hani Muharrem Madrid Otel’de kadınla konuşuyor ya, orda omzundan arkaya bakıyor: “Ne biliyosun, belki farkediyodur?” diyor ya. Üff, süperdi o. Demirkubuz ilginç adam.
02 Mayıs 2012 Çarşamba, 09:46 at 09:46
Bu filmi merak ediyordum; şimdi daha bir hevesli izleyeceğim Başakçım 🙂 Gerçi ne zaman gidebilirim onu da bilmiyorum ama…Sevgiler…
04 Mayıs 2012 Cuma, 21:40 at 21:40
Başakcım,
Ne diyelim diye sormuşsun, ne diyeyim? Sinemacılar bu işe daha çok “uyarlama” diyorlar, edebiyat uyarlaması fakat hepsini aynı yere koymak bana pek mümkün gelmiyor. Kimi uyarlamalarda kitap filmde okunuyor, kimisinde kitabın ruhu filmde geziniyor. Her iki durumun da çok başarılı örnekleri var.
Yeraltı güzel bir esinlenme sanki…
Film de oyunculuklar da bence çok iyiydi. Adına uyarlama dersek bunun iyi bir uyarlama olduğunu belirtmemiz, hakkını vermemiz gerek.
Yeraltı tahmin edildiğinden kalabalık.