Yutmi

Leblebi Kasesinde Bir Dolunay

Ekim 12 2011

Elimde bir aydır sürünen Ayfer Tunç’un “Yeşil Peri Gecesi” kitabı ile ilgili Ocak ayında yazdığım yazıya yeniden göz attım;

O kadar alışıyoruz ki herşeye, hesaplaşmadan ilerleyen, sürekli yenisini doğuran bir düzenin içerisinde yaşıyoruz.” diyerek endişesini dile getiriyor Ayfer Tunç. “İki yüzlülükten oluşan bu sahte cennete isyan edesim geldi” diyor ve devam ediyor “Unutalım gitsin, öpüşelim barışalım değil, önce hesaplaşılsın, önce hesaplaşın ve rahat edin, itiraf edin, sonra öpüşülsün ve barışılsın”… O kadar iyi anlıyorum ki isyanını Ayfer Tunç’un ve sonuna kadar katılıyorum. “Korktuğumuz zaman çürürüz” diyor Ayfer Tunç. Korkuları yüzünden çürüyen sevdiklerim geliyor gözümün önüne, korkularım yüzünden çürüyen yanlarım… Hesaplaşmaktan korkan, korkuları yüzünden yitirdiklerinin farkına bile varmadan unutulup gitmesi hayaliyle “mış” gibi yaşanan hayatlar geliyor gözümün önüne…

Kitaba başlayalı neredeyse bir ayı geçiyor ve ben anca ortalarına gelebildim. Genellikle en geç bir hafta içinde bitiremediğim kitapları “bu beni sarmadı” gerekçesi ile rafa kaldırırım. Bunu kaldıramıyorum da… Çocukluktan kalma kötü bir alışkanlık. Kitabı azar azar uzun zamanda okumayı beceremiyorum. Elime alınca en fazla 3-4 okumada bitmeli ve de mümkünse bir haftayı geçmemeli. İnce veya hafif kitaplarda sorun yok ama kitabın kalınlığı veya içinin ağırlığı artınca zaman konusu sıkıntı yaratıyor. Daha doğrusu kitabın kalınlığından ziyade içinin yoğunluğu, ağırlığı demek daha doğru olacak. Ya eve hapsediyorum kendimi ki zamanım varsa bu kolay, ya da kitaptan kopmam an meselesi…

“Yeşil Peri Gecesi” hem kalın, hem ağır sayılabilecek bir kitap. Ağırlığı dilinden değil, içeriğinden kaynaklı ve sanırım kişiden kişiye de değişkenlik gösterebilecek bir ağırlıkta. Yani kimi bir solukta okur (ki öyle okuyanları biliyorum) kimi de benim gibi yanında bir bardak su alıp;  şimdi bu leblebiyi  suyla mı yutmalı, yoksa suya atıp, yumuşatıp da mı yutmalı diye okur… Kitap demir leblebilerle dolu bir kase gibi. Leblebilerin tadı çürük-acı ve yutunca mideye oturan cinsten. Neden inatla yemeğe çalışıyorum bilmiyorum. Kendimi biliyorum artık, eskine göre biraz daha iyi tanıyorum. Sanırım anlamaya ihtiyaç duyduğum birileri, bir şeyler var bu kitapla bana gelen… Zaman zaman demir leblebiler nefes borumu tıkasa, o çürümüşlükleri içimi kaldırsa da yutmaya devam ediyorum birer birer. İçinde çürümemiş, demirleşmemiş bir tane var, biliyorum ve sanırım ben onu arıyorum. Hele şu kitap bir bitsin, sonunda belki bir daha görüşürüz…

Eskiden yatak odam doğuya bakmıyor, güneş odama doğmuyor diye üzülürdüm. Ama bu sabah güneşten önce odamı aydınlatan dolunayı gördüm. Tıpkı beyaz bir leblebiye benziyordu 🙂

 

“Leblebi Kasesinde Bir Dolunay” için 5 Yorum

  1. Berna Diyor ki:

    Başakcım,
    Bu dolunay,bir çelik değil, güzel yüreğinden süzülmüş ve leblebi şekeri olmuş. Sevgiler.

  2. Başak İyidoğan Diyor ki:

    sağdaki fotoğraf the simpsons’ın girişindeki bulutlara benzemiş:)

  3. Edibe Özmen Diyor ki:

    bu küçük mola için teşekkürler 🙂 kitabı merak ettim ama bu aralar ertelemem gereken bir dönem. Yoksa diğer bir kaçı gibi elimde sürünüp duracak 🙂 Ama nefes alabildiğim bir ara okumak gerek.. önce kendimle sonra etrafımda olup bitenle hesaplaşmayı, hatta vaktinde hesaplaşmayı öğrenmeli insan 🙂

  4. Beste R.T. Diyor ki:

    sen hem cok tatlı
    hem cok derınsın..

    senın zıhnınde yuzmek .. merak duygusunu katlamak olurdu…

    sevgıyle kal..

  5. gokhan kocak Diyor ki:

    Herşeyle yüzleşmeliyim, biliyorum…gk

Yorum Yazın