KÜBA (.IX.BÖLÜM) ( Çernobil Çocukları, Cienfuegos, CHE’yi Ziyaret ve Atlas Okyanusu’nda Dalış)
Gezinin Havana’da geçireceğimiz ilk bölümünün son günü. Yarın Cienfuegos’a hareket edeceğiz. Üç gün oradayız. Bugün ise gezinin en çarpıcı programlarından biri var. Çernobil Çocukları…
Çernobil Çocukları
Küba, 1986 Yılında Ukrayna’nın Çernobil nükleer santrallerinde meydana gelen kazanın ardından ortaya çıkan radyoaktiviteye bağlı hastalıkların tedavisi amacıyla bir program başlatmış. Havana’ya 27km uzaklıkta, Tarara’da bir tesis kurulmuş ve 20.000’i çocuk olmak üzere 25.000 hastanın ücretsiz tedavisini üstlenilmiş. Burada küçük bir dip not düşmek istiyorum; 1990 yılı aynı zamanda sosyalist blokun yıkıldığı döneme denk gelmekte ve Sovyetler’le ciddi ekonomik ilişkileri olan Küba’da bu süreç, ağır bir ekonomik kriz yaratmış. Bence bu kriz bu gün de atlatılmış değil. Bununla birlikte ELAM projesi de, Çernobil programı da bugün bile devam etmekte…
Tesise vardığımızda, büyükler ve çocuklar bizi konuk salonunda karşıladılar. Her yerde olduğu gibi çok sıcak bir karşılamaydı bu da… Çocuklar bize şarkılar söylediler, piyano çaldılar. Tesisin yetkilisi olan Doktor Elizabet bize program hakkında bilgiler verdi. Buraya gelenlerde kanserin en sık rastlanan hastalık olduğundan, çocukların ilk başta saçları döküldüğü için yaşadıkları ruhsal sıkıntılardan, onları nasıl yendiklerinden, oradaki sosyal etkinliklerden bahsetti.
Kanser tedavisi çok pahalı olduğundan 8-10 yıldır kanser hastası alamadıklarını söylerken, yüzündeki sıkıntının samimiyetini hissetmemek mümkün değildi. Yanımda oturan hanımla şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir konuda konuşmaya başladık. Ukrayna’dan geleli bir hafta olmuştu. On yaşındaki oğlu ile bir süre kalıp ülkesine geri dönecekti Tetiana… Program, eğer çocukların hastalığı çok ağır değilse velilerin kalmasına izin vermiyordu. Ancak veliler arada bir gelip, bir kaç hafta çocuklarıyla kalabiliyorlardı. Küba’nın, o yokluğun içinde bile sağlıkta ve eğitimde (zira en iyi bildikleri şeyler bunlardı) uzattığı yardım elleri gerçekten duygulandırıyordu insanı…
Tarara’dan ayrıldığımızda hepimiz çok etkilenmiştik. Çok özel yerlere gidiyorduk. Küba’nın turistik ortamından çok farklı çok özel yerlere… Duygu yoğun , bol tartışmalı, sorularla dolu… Şimdiye kadar gittiğim ülkeler arasında ilk defa bir daha gitmek istiyorum dediğim tek ülke oldu Küba. Yarım kaldı. Hayır yarım kalmadı, daha yeni başladı sanki… Ama bir daha gidersem İspanyolca konuşabilmeyi o kadar çok istiyorum ki. Bir sürü soruyu doldurup valizime tekrar gidebilsem keşke. Aslında ben anlattıkça çevremde Küba’ya gitme konusunda bir hareket başladı ama hadi bakalım hayırlısı 🙂
CIENFUEGOS
Cienfuegos’da 3 güzel gün geçirdik. Santa Clara’da CHE’nin mozolesini ziyaret ettik, Trinidad adlı renkli, her bir köşesi ayrı bir fotoğraf karesi olan o şirin kasabaya gittik. Ve ben Küba sularında, Atlas okyanusunda bir dalış yaptım 🙂 Bu bölümde size biraz bunlardan bahsedeceğim.
Cienfuegos’a gidişimiz yanlış hatırlamıyorsam 2-3 saati buldu. Yol, 28 kişilik grubun biraz daha kaynaşması için iyi bir ortamdı. Şarkılar, türküler, espriler gırla gidiyordu. Aslında Las Terrazas dönüşü Ahmet’in gruptakilerin kayak maceralarını anlatması ortalığı yeterince kaynatmıştı… Küba’yı yazıp da yol arkadaşlarımdan bahsetmemek olmaz gerçekten çünkü çok ama çok özel bir gruptu bizimki 🙂 İyi ki herşey ters gitmiş de ben JMKDD ile bu geziye gelmişim dememe sebep olacak bir grup… 🙂 Neyse şimdi gruba girmeyeyim çünkü onun için ayrı bir bölüm düşünüyorum 🙂
Cienfuegos’a giderken, yolumuz üzerinde, Santa Clara kentinde bulunan, Ernesto Che Guevara anıt mezarını ziyaret ettik. Yukarıda gördüğünüz bu fotoğraf Che ve 16 yoldaşının mezarlarının olduğu bir anıt. Anıt mezarın arkasında bulunan mozole’nin içinde fotoğraf çekmek yasak olduğu için size onun fotoğraflarını getiremedim ama bana ilginç gelen bir şey anlatacağım; yukarıda fotoğrafını gördüğünüz Che Guevara heykelini yapan heykeltıraş, Che Guevara’nın öldüğü zamanki hali ile değil de (yani 40 yaşındaki hali ile değil de), yaşasaydı, heykelin yapıldığı tarihteki yaşı kaç olacaksa ona göre yapmış. Yani öldüğü zamanki halinden daha yaşlı… Bu bana çok ilginç gelmişti, yazmak istedim. Bir de heykelin arka taraftan fotoğrafını çekmek yasaktı. Bunun için orada bir güvenlik görevlisi bekliyordu.
Fotoğrafta gördüğünüz, üzerinde devrimcilerin kabartmalarının olduğu beyaz anıtın arka tarafında altta, Che Guevara’nın kullandığı eşyalar, fotoğrafları, yazdığı mektupların olduğu bir müze vardı.
Anıt mezardan ayrıldıktan sonra, yine Santa Clara’da, Batista tarafından yollanan içi silah yüklü trenin Che Guevara’nın komutasında patlatıldığı yere gittik. Bu, devrimin kazanılmasında çok önemli olan olayı ve yeri, bir müze haline getirmişler.Soldaki fotoğrafın sağ tarafında gördüğünüz kepçe ile rayları söküp, trenin patlamasına (arkadaki beyaz heykel patlamayı simgeliyor) ve bu bölgenin devrimciler tarafından kazanılmasını anlatıyor…
Santa Clara’dan ayrılıp, çok da uzun olmayan bir yol gittikten sonra Cienfuegos’daki otelimize geldik. Otel deniz kenarındaydı. Burada üç gün kalacaktık. Bir gün Cienfuegos’u gezip, bir buçuk gün de denize girip dinlenecektik. Akşam olunca grup, sabahlara kadar dans etti. Benimse pilim bitmişti 🙂 Akşam yemekten sonra biraz bizimkilerle oturup daha sonra kumsala indim. Kıyıdaki bir teknenin üzerine uzanıp gecenin soğuğu beni titretinceye kadar gökyüzündeki yıldızları seyrettim. Onların gülüşlerini ve denizin sesini dinledim…
Sabah Cienfuegos’u gezmek üzere otelden ayrıldık. Cienfuegos’da Tomas Terry Tiyatrosunu gezdikten sonra kısa bir şehir turu yaptık. Çok şık bir binada -bugün yelken kulübü olarak kullanıyormuş- öğle yemeği yedik. Yemek sırasında yanımda taşıdığım rom şişesinin Ahmet, Yasemin, Faruk’la dibini getirdikten sonrasını pek hatırlamıyorum. Yanda gördüğünüz Endülüs mimarisi yapıyı da sanırım yutmoğrafım çekmiş 🙂
Akşam üzerine doğru otele vardığımızda kendimizi denizin serin sularına attık, diyemeyeceğim zira deniz serin değil 🙂 Yine de bu sıcak günün sonunda iyi gelmişti.
Akşam yemeğinde herkes ertesi gün için konuşuyordu. Ertesi gün serbest gündü ama kimse otelde kalmak istemiyordu. Ben ve benim gibi bir kaç kişi Trinidad yolu üzerindeki botanik parkı görmek istiyorduk. Bu arada Trinidad’a gitmek isteyenler de vardı. Joe yetkililerle görüşüp izin aldıktan sonra Trinidad’a gidiş kesinleşti. Şoför ve rehberlerimiz, izin günlerini bizim için feda etmişlerdi. Onun için kendilerine bir kere daha teşekkür etmek istiyorum. Ben botanik parka da gitmeyi çok istiyordum ama Joe önce Trinidad, vakit kalırsa botanik park dedi. İyi ki de öyle demiş çünkü Trinidad çok ama çok güzel bir kasabaydı. Botanike zaman kalmadı ama ben hiç üzülmedim çünkü zaten Trinidad’a zaman yetmedi. Bu küçük şirin kasabada bir kaç gün kalmak ne güzel olurdu diye düşündüm. Her yeri ayrı bir fotoğraf karesi olan bu küçük kasaba, fotoğrafçılar için bir cennet! Ayrıca bir sürü resim galerisi var ve resimler gerçekten çok güzel. Ne şanslıyım ki Küba’lı ressamlar, resimlerinin fotoğrafının çekilmesine karşı çıkmıyorlar da ben de bu resimlerden hem kendime hem size bolca getirebildim 🙂
Trinidad’a giderseniz, oraya özel içkisinden içmenizi tavsiye ederim. CANCHANCHARA adındaki bu içki, rom, bal ve limonla yapılan bol buzlu çok lezzetli bir içki.
Trinidad’da yemek yemek için gittiğimiz yerde makarna vardı. Günlerdir prinç pilavı yemekten o kadar sıkılmıştım ki, makarnayı duyunca koca ıstakozları tepip makarnaya saldırdım. Ve her zamanki gibi YAŞASIN MAKARNA ! 🙂 canlı müzik eşliğinde yediğimiz öğle yemeğinden sonra -bu arada Küba’da hemen her yerde canlı müzik eşliğinde yemek yiyorsunuz 🙂 – Faruk’la meydandaki mimarlık müzesi ile arkeoloji müzelerine gitme teşebbüsümüz başarısızlıkla sonuçlandı. İkisi de tadilat nedeniyle kapalıydı. Biraz bozulmadık desem yalan olur. Romantik müzeye de -ikimiz de pek romantik olmadığımız için :)- gitmedik. Yine de ara sokaklardaki resim galerini dolaşmak bile çok keyif verdi.
Serbest günümüzü bu şirin kasabada değerlendirmiş olmak, hepimizin çok hoşuna gitmişti. Denize girmek isteyenlerse ertesi gün öğlen saatine kadar olan boş zamanı değerlendireceklerdi. Bense kaldığımız otelin dalış kulübü ile bir gün önceden dalış için rezervasyon yapmıştım bile 🙂 Hiç hesapta yokken dalış yapabilecek olmak beni çok mutlu etmişti.
Sabah 9’da dalış kulübüne giderek dalış ekipmanlarımı hazırladım, dalış rehberim Manuel ile birlikte kıyıdan beş on dakika uzaklıktaki dalış noktasına ulaştık. Tek kişi olduğum için çok uzağa götürmemişti belki diyeceğim ama daha sonra dalış haritasına baktığımda, bulunduğumuz kıyıya en uzak dalış noktalarından biri olduğunu gördüm. Zaten önemli olan ne kadar uzakta olduğu değil, sualtında ne olduğu değil mi? Altta resmini gördüğünüz dalış bölgesinde tünellerden, kanallardan geçtik. Sonunda da bir batığa ulaştık. Çok derin olmadığı için renkler canlılıklarını koruyorlardı. Üzerindeki dokuyu görünce batık çok eski olmalı diye düşündüm. Yutmoğrafımın housingini (sualtına indirmek için kullanılan şefaf koruyucu kutu gibi bir şey) keşke yanıma alsaymışım diye düşündüm. Çok renkli değildi ama renklerin pastelliği, tonları dengesi çok hoş görünüyordu. Ben tam bunları düşünürken Manuel bana bir balık gösterdi. Kızıldeniz’deki küçük siyah anemon balıklarına benzeyen bu balığın diğerlerinden farkı, yukarıya doğru kıvrılan kuyruğuydu… Neredeyse kendinden büyük, hilal şeklinde kıvrılan kuyruğu ile çok hoş bir o kadar da komik bir görüntü veriyordu. Ben küçük sevimli balıkla köşe kapmaca oynarken, Manuel elini harpuştanın altına bir yere soktu ve iki tane beyaz tüylerle kaplı, patileri mor, gözleri mavi, adeta revü kızlarının kostümlerini andıran kıyafetleriyle iki yengeç çıkardı -yan yan yürümelerinden ve gözlerinden ben yengeç olduklarını sanıyorum-. Avuç içi büyüklüğündeki bu iki muhteşem yaratıktan gözlerimi alamıyordum… İşte o an gerçekten housing’i almadığıma pişman oldum. İşin kötüsü nasılsa bunu google’da bulurum, mutlaka bizim dalış ekibinden birileri daha önce görmüştür bir yerlerde diye rehbere ismini de sormadım… Türkiye’ye döner dönmez de ne internette bulabildim ne de kimse bilebildi… Bu yazıyı okuyup da bu yengecin adını bilen varsa lütfen bana haber versin 🙂
Bu arada Manuel ile konuşup Küba’daki en iyi dalış noktalarını sordum. Bana bir kağıda yazıp verdiği bu bölgeler şunlarmış;
29 Mayıs 2011 Pazar, 10:34 at 10:34
Küba’ya giderken, hayal kırıklığına uğramayacağımı, orayı çok seveceğimi biliyordum. Ama tekrar gitmeyi isteyecek kadar seveceğimi, hatta bu ülkeye ve insanlarına bu derece bağlanacağımı bilmiyordum, hiç beklemiyordum. Tarihiyle, ABD ve ambargo karşısındaki dik duruşuyla, sıcacık, içten insanıyla Küba tekrar tekrar ziyaret edilmeyi hakediyor.
Trinidad konusundaki duygularımız da aynı. Chanchancharan’ı, pastel renkli evlerini, çatılarını, bizim semt pazarlarını çağrıştıran sokak pazarlarını, yemeklerini, harika resimlerini unutmak ne mümkün. Trinidad’ın o küçük meydanında akşamları canlı müzik olurmuş, insanlar müzik dinleyip dansederlermiş meydanda. Benim en büyük “keşke”lerimden biri, Trinidad’da bir gece kalamamak oldu. Tur planında Trinidad’daki bir otelde kalacağımız yazılıydı. Ama, sonra nedense Cienfuegos’ta bir otelde kaldık. Trinidad’a günübirlik gittik. Trinidad’la ilgili belleğimden silinmeyen bir görüntü şu: Bir ara grubu kaybettim. Telaş içinde koştururken, sol tarafımda arnavut kaldırımlı gibi bir küçük sokak, sokağın başında bir ağaç, ağacın gölgesinde müzik yapıp şarkı söyleyen 3 tane sevimli mi sevimli yaşlı amca. Onları dinlemek, uzun uzun fotoğraflamak isterdim ama uzaktan şöyle bir iki kare çekip grubu aramaya koyuldum. Küba’nın tadı damaklardan uzun süre silinmeyecek gibi görünüyor. Ve sizin şansınız, sıradanbir tur ile gitmek yerine, Küba Dostluk Derneği ile gitmek olmuş. Çok çok imrendim. Belki ikinci gezimi ben de onlarla yaparım 😉