Memleketim, memleketim, memleketim…
Bugün gezinin son günü. Dönüş yarın ama gezilecek yerler bugün itibarıyla bitiyor. Bugün şunu düşündüm; Van, tek başına ve arabasız gezmek için zor bir il. Şehrin içinde pek bir şey yok. Şehir merkezinde depremin izleri kalmamış ya da bizim bulunduğumuz bölgelerde yok. Çarşı pazarıyla da avmleriyle de Ankara’daki semtlerden farkı yoktu Van’ın merkezinin. Eski Van diye bir yer yoktu ya da biz görmedik. Bu anlamda Kars, Mardin ve Hatay’ı sıralamada Van’ın önüne koyabilirim. Gölün etrafını gezerken araba lazım. Akdamar adasını ayrı bir sevdim. Tarihi eserleri bakımından zengin ama komşu illerle birlikte. Yollarda jandarma vardı evet, ama bizim başkentteki polisten azdı gördüğümüz jandarma… Ramazan ayı olmasına rağmen oruç tutmayan ne aç kaldı ne de rahatsız edildi. Evet bazı yerlerde yemek yoktu, ama olan da bir çok yer vardı. Van gezdikçe ve orada yaşadıkça anlaşılabilecek bir şehir gibi geldi bana. Diğerleri de öyle belki ama Van’da başka türlü bir yalnızlıktı hissettiğim.
Tabii tüm bu yazdıklarım bir turistin gözünden… Burada daha uzun süre kalsam ve halkıyla daha temas halinde olsam kimbilir ne hikayeler dinlerim. Kaptan şoförümüz Murat, bize başından geçen bir olay anlattı; bir keresinde Amerika’da yaşayan bir Ermeni grup gelmiş. Ulaşım Murat Kaptan’ın aracı ile sağlanacakmış. Gelenleri nereye götürseler yüzler asık, insanlar mutsuzmuş. Murat Kaptan sormuş; “Grup neden keyifsiz, hiç bir şeyden memnun olmuyorlar?” Rehber cevap vermiş; “Çünkü kendi atalarını katleden Türklerin topraklarındalar ve Türkler hakkında okul sıralarından beri onlara öğretilenler hep olumsuz şeyler”.. Bunun üzerine Murat Kaptan demiş ki; “Peki o zaman kabul ederseniz ben sizi çok özel bir yere götüreceğim. Ama bunun için bana yarım gününüzü ayırmanız lazım”. Grup kabul etmiş ve Murat Kaptan grubu Van Zeve şehitliğine götürmüş. Şehitlikte; şimdi demiş “Hepinizden ricam sözümü kesmeden beni dinlemeniz. Evet bizler bu olaylarla ilgili olarak bize anlatılanlara inanarak büyüyoruz. Fakat hangimiz işin aslını, gerçek yüzünü biliyoruz? Evet çok insan ölmüş, çok acılar çekilmiş, bununla birlikte bugün nasıl yan yana oturabiliyorsak, o günlerde de birleri kendi çıkarları için bizi birbirimize düşman etmiş” …ve sözlerini bitirince de demiş ki; “Hadi şimdi beni öldürün”. Grup şaşırmış. Neden biz seni öldürelim ki. O zaman ben sizi öldüreyim ister misiniz demiş Murat Kaptan. Tabiki istemeyiz hem sen de neden bizi öldüresin ki? İşte demiş Murat Kaptan görüyor musunuz, biz aslında birbirimize düşman değiliz, hepimizin kayıpları, hepimizin acıları var. Belki bizim birbirimize düşman olmamız hala birilerinin işine geliyor olabilir. Ama biz, bugün, burada hep birlikte oturup konuşabildiğimiz ve birbirimizin acılarını paylaşabildiğimiz gibi önce insan olmayı başaracağız.
Murat Kaptan’ın sesindeki içtenliği kalbimde hissettim. Artık çok şeyi hissedebiliyorum. Özellikle insanların bir konuda içten olup olmadıklarını… Onca yılın tecrübesi imiş bu, öyle dedi Serpil. E haksız da sayılmaz. Hele de benim gibi yarım asırı düşünüp sorgulayarak geçirdiyseniz… Ama iyi bişey mi pek emin değilim. Mutsuzluğu da beraberinde getirdiği kesin. Gerçi Murat Kaptan’ı dinlerken gözümden süzülen bir kaç damla yaş yalnızca hüzünü değil, umudu ve mutluluğu da taşıyordu.
Hüzünlenmiştim çünkü hiç bir savaş yoktur ki suçsuz bir çok insanın, çocuğun canına kıymasın. Bu insanların birçoğu savaşın esas nedenini bile bilmeden ölüp giderler. Hiçbir savaş yoktur ki bir taraf yüzde yüz haklı olsun. Her iki tarafın da kendince haklı sebepleri vardır. Gönül ister ki kimse kimseyi öldürmesin, gönül ister ki insan kendi seçmediği bir ölümle yaşamını sonlandırmasın. İnsan vatanı için ölebilir, gruru için ölebilir, bir başkasının canını kurtarmak için ya da inandığı ilkeleri için ölebilir. Ama birilerinin hırsları ve çıkarları doğrultusunda, onların güçlenmesi adına ölünmesini hiç kabullenemiyorum.
Umutlanmıştım çünkü belki Murat Kaptan ve Murat Kaptan gibi insanlar, insanlığın iyiliği ve dostluğu adına böyle eller uzatmaya devam eder de insanlık da insan olma yolunda biraz daha ilerler. Hiçbir zaman dünyada herkes dost, herkes kardeş olamayacak, çatışmalar, hırslar ve egolar her zaman olacak. Ama hiç değilse insanlar neye maruz kaldıklarını anlayabilseler. Seçimlerini yaparken neyi ne için seçtiklerini, bunun kendilerine ve çevrelerine etkilerini düşünebilseler. Farklı düşüncelerin, farklı bakış açılarının, inançların, ilkelerin ve farklı yapıların olması çok normal. Herkesi benimsememiz mümkün olmayacaktır ama bu bizden farklı düşünenlere zarar vermemiz anlamına gelmemeli. Ne fiziken ne manen…
Mutluyum, çünkü en azından o grup Murat Kaptan sayesinde farklı bir etkilenim ve etkileşim içine girmiş olmalı. Belki içlerinden bir kısmı bunu daha derinden düşünecek, bilinci gelişecek ve o da kendi çevresine daha yapıcı yaklaşımların tohumlarını atacak.
Bugün hayatta bazı şeyleri özellikle de ilişkileri dengede tutabilmeyi kaşıkta yumurta taşıma yarışana benzetiyorum. Ama işin kötüsü bu yumurtalar -arada düşüp kırılmalarına rağmen- yıllar geçtikçe çoğalıyor sanki. Nereden geldi şimdi bu aklıma bilmiyorum. Sizin de böyle düşündüğünüz oluyor mu hiç? Bu aralar aklıma gelenlerle baş edemez hale gelmekten korkuyorum. :)))
Yol nasıl geçti hatırlamıyorum, kendimizi Van Ünitersitesi’nin içindeki kedi evinde buluverdik. Biliyorsunuz Van, kedileriyle ünlü bir şehir. Bembeyaz tüylerine inat renkli renkli gözleri var bu kedilerin. Üstelik biri mavi diğeri yeşil, kimi de mavi sarı… Kedi evi gerçekten çok güzel tasarlanmış. İçinde hamaktan tutun da havuzu bile var. Van kedisi sudan hoşlanan tek kedi türüymüş. Aslında oraya kedi evi değil, kedi konağı demek lazım. Burada Van kedisi ile ilgili tasarlanmış gerçekten çok güzel hediyelik eşyalar var. Bir de isteyen kedi maması alıp, kedileri yerinde besleyebiliyor. Aramızdan Mahmut ve Meral bu işi üstleniyor ve kedileri besliyorlar. Size oradan biraz fotoğraf getirdim. Kedi severler bilmem severler mi? :))
Neyse biz yola dönelim. Zira yine uzun yol gideceğiz. Bugünkü rotamız Doğu Beyazıt’taki İshak Paşa Sarayı. Yol uzun, etraf boş. Gökyüzündeki bulutlardan başka oyuncak yok bize. Tendürek tepesinin oralara geldiğimizde volkanik dağın can alıcı izlerini görüyoruz. Tabii ki çatışmaların izleri değil benim bahsettiğim, volkanın lavları. Ama bu bölgede sıcak çatışmalar da yaşanmış. Bu lavlar değil belki ama bu çatışmalar bir çok ananın yüreğini dağlamış. Arada fotoğraf çekmek için durduğumuzda yanımıza gencecik jandarma erler geliyor. Pırıl pırıl yüzleri önce ciddi ciddi bakarken, bir otobüs dolusu ananın şefkatli bakışları, ifadelerini yumuşatıp, yüzlerini gülümsetiyor. İşte o an tel örgünün ardından bize yanaşan Van kedileri geliyor gözümün önüne. Çoğu da sevilmek istiyor. Bunu duygusallığımdan uydurmuyorum, gerçekten öyle. Turist olduğumuzu söylüyoruz, fotoğraf çekiyoruz diyoruz. Tamam ama karakolu çekmeyin diyorlar, tamam merak etmeyin diyoruz. (Ben çaktırmadan çekmiştim bir kaç karakol ama o erler geldi aklıma ve onun için buraya koymaktan vazgeçtim) Şafak kaç diyoruz, bir tanesi daha dört sene var diyor… Köylerden geçiyoruz. Yolda inek sürüsü, çayırda koyun… Bir koyun sürüsünün içindeki kuzuyu görenler, ciyak ciyak. Kuzuyu sevmek için otobüsü durduruyoruz . Çoban Ali, kuzusunu kucağına alıp yanımıza geliyor, sanki kendi o kuzudan farklıymış gibi. Kara boncuk gözleriyle gülümsüyor, bir otobüs dolusu şehirli yurttaşına… Bu satırları yazarken Almanya’daki köyler gözümün önüne geliyor, sonra da Nuri Bilge Ceylan’ın şu sözünü hatırlıyorum; “benim yalnız ve güzel ülkem”.
İshak Paşa Sarayı’na varmadan önce Ağrı Dağı’nın yakınından geçeceğiz. Ama pek şanslı değiliz, dağ sisin ve bulutun arkasında kalmış. Çıplak gözle görüyoruz ama Yutmi’ye göre değil pek. Büyük Ağrı da Küçük Ağrı da yerinde duruyor. Büyüğün heybetini anlatmaya kelimeler yetmez. Ben yine de bir fotoğraf paylaşayım, her ne kadar onlar bize nazlandıysa da ben onları es geçmeyeyim. Biraz dikkatli bakarsanız göreceksiniz…
Saraya vardığımızda tuhaf görüntülerle karşılaşıyoruz. İshak Paşa Sarayı olmuş Ishak Paşa Serası… Bunu fazla detaylandırıp yazıyı uzatmayayım da fotoğraflardan görün isterseniz. Mahmut (Vanlı bir arkadaşımız) sarayın orijinal halini anlatmaya çalışıyor biraz. Ben eski halini görmediğim için ancak anlatılanları hayal edebiliyorum. Bir de internetteki fotoğraflara bakıyorum. Aklıma Ulucanlar Ceza Evi geliyor. Sonra bizdeki restorasyon anlayışını düşünüyorum, bir mimar olarak ağlamak istiyorum… Serpil “dayanamayacağım” deyip fotoğraf çekmekten vazgeçiyor. O, eski halini biliyormuş. Öyle de bir denk geldi ki bir hafta sonraki Almanya gezisi… Karşılaştırmayayım diyorum ama inanın elimde değil. Adamların yaptıklarını gördükten sonra -ki ilk gördüğüm Avrupa ülkesi değil Almaya- gerçekten insanın içi acıyor. Öyle güzel bir memleketimiz var ki… Hani bu tarihe, bu doğaya sahip olmasak… Yazık gerçekten. Tam bir miras yedi gibi, elimizdekini avucumuzdakini sömüre tükete yaşayan bir millet olduğumuzu düşünüyorum. İyileştirmeye kalktığımızda da sonuç ortada. Bunun tek adı var cahillik ve onunla beraber dolaşan zevksizlik. Belki bazı şeylerin farkında olmasam, bu kadar acımaz canım, ben de bazıları gibi mutlu mesut yaşar giderim ama olmuyor işte…
Sarayı dolaştıktan sonra kendimi dışarı atıyorum. Gözüm karşı tepedeki köy evine takılıyor. Koca arazide tek başına… İshak Paşa Sarayı manzaralı ev. Nasıl da mütevazi o koca sarayın karşısında. Onun biraz daha üzerindeki tepelerde ise bu sarayın minyatürü tadında iki tarihi bina daha var. Bu yöredeki hemen hemen tüm tarihi yapılarda ahlat taşı kullanılmış. Renk olarak çeşitliliği de barındıran bu taşın tekdüze olmayışı hoşuma gidiyor.
İshak Paşa Sarayı’ndan sonra yemek yediğimiz yerin yanındaki halıcıyı geziyoruz. Yutmi burada karnını doyurmaya kararlı görünüyor. Desenlerin ve renklerin tadını çıkartıyor bizimki. Neyse ki bakmak ve fotoğraf çekmek bedava. Yolsa o halılar kilimler, ateş pahası…
Bir sonraki durak Muradiye Şelalesi. Gerçekten görülmeye değer doğa harikalarından. C.Yutmi, şelaleden ziyade bu sene kafayı taktığı taş üzerindeki mantar mı yosun mu bilemediğim oluşumlara daha çok ilgi gösteriyor. Eee dolaysıyla onlardan da bir kaç görüntü paylaşmadan olmaz. Bu arada burada da HES’i ihmal etmemiş büyüklerimiz. İlk üç fotoğrafta göreceksiniz. Bununla ilgili ben yorum yapmıyorum, yorumu size bırakıyorum…
Son günün sabahı nihayet Van Gölü’nün kenarına indik. Mehtap bize kıyıda bir Van kahvaltısı hazırlatmış. Tabii ben iki lokma yedikten sonra kendimi gölünün kıyısına attım. Ayaklarımı göle sokmadan dönseydim bu gezi benim için eksik kalacaktı. Kıyıda Banu ve Seda ile birlikte kaçak konut yaptık. En az 8 kat çıktık :). Cebime gözüme kestirdiğim taşlardan doldurdum. Gittiğim yerlerden özellikle su kısından taş toplamayı çok seviyorum. Daha çok yüzeyi pürüzsüz ve yuvarlak taşlara bayılıyorum. Van gölünde pek yok ama olsun bir kaç tane illa ki buldum.
Van da çarşı pazar da dolaştık. Meşhur otlu peynir satılan çarşıları gezdik. Ben sevmiyorum otlu peyniri, çok tuzlu geliyor bana, ama çok meşhur bir peynir bu otlu peynir. Bir de şimdiye kadar hiç duymadığım bir bitki gördüm. Adı “uşgun”muş. Yayla muzu da diyorlar. Üst kabuğunu soyup yiyiyorsun. Çiğ de yiyebiliyorsun, pişirerek de yeniyor. Tuza banıp yiyince daha da lezzetli oluyormuş. Değişik bir tat ama ben bayıldım diyemeyeceğim. Fakat Vanlılar çok seviyor. Herkesin elinde bir uşgun, kemirip duruyorlar :). Sokaklarda da bunu satan seyyar satıcılar var. Ankara’ya dönünce baktım, çok yararlı bir bitkiymiş. Bilinçsisizce toplandığı için Anadolu’dan yok olma tehlikesi ile karşı karşıyaymış. Ne şaşırtıcı bir durum değil mi?
Okumadan, doğayla, sanatla temas halinde olmadan, bilime inanmadan, düşünmeden, sorgulamadan bir halt olamayız. Gezmeyerek demiyorum bakın ki o da insanı çok geliştiren bir şey. Bununla birlikte körü körüne gezen de çok gördüm. Üstelik gezi kimi zaman para ve zaman gerektirir. Ama bulunduğu şehri bile tanımayan ne çok insan var. Niye yazdıysam bunu ve kime… Üzerine alınması gerekenler zaten ya okumuyor olacak bu yazıyı ya da okusa da üzerine alınmayacak belki de… Neyse ben yazayım, içimde kalmasın. Hem belli mi olur..?
Bir gezi daha burada bitti. Ekip keyifli, gezi öğreticiydi. Memleketimin güzelliklerinde, yoksunluklarında ve acılarında gezinip döndük güvenli (?) kalemize. Memleketim, memleketim, memleketim… Bunca gezilip görülür de nasıl anmadan, bir selam göndermeden geçilir ki büyük usta..?
26 Haziran 2019 Çarşamba, 13:52 at 13:52
Başak,
Müthiş bir gözlem. Çok çok beğendim. Bize kalan asırlar öncesine ait mirasların restorasyon tarzı ve yaklaşımı beni de çok üzüyor. Dokunmasalar daha iyi. Bir arkeolog arkadaşım, tüm karşı koymalarına rağmen İshakpaşa sarayı yan ve uzun dış cephesinin aslında birkaç taş restorasyonu ve değişimi yeterli iken nerede ise tümünün değiştirildiğini söylemişti. Hele ki uygar ülkelerde bu konuya yaklaşım ve yapılanları görünce….
Ne diyeyim!!!!!!!
Sevgiler/Nazım
26 Haziran 2019 Çarşamba, 15:52 at 15:52
Başak’cığım,
İshakpaşa Sarayı ile ilgili duygularımızı ne güzel anlatmışsın.
Tarihi bir esere, hepimize kalan ortak mirasa yapılanlar akıl alır gibi değil. İçimiz yanıyor, öfkeleniyor; çaresizlik içinde kıvranıyoruz.
Sevgiler.
26 Haziran 2019 Çarşamba, 16:32 at 16:32
Murat Kaptan yaşadığı ve bizimle de paylaştığı gerçek olayla tam bir insanlık dersi verdi. Göz yaşartan ve isyan ettiren bu anıya yazında yer vermen beni mutlu etti Başakcığım.
Şehri yalnızlıkla özdeşleştirmen tanıdık ve ilginç geldi. İlk yarattığı duygu bu belkide.
Van’ ı ve bölgeyi tanımak, anlamak, insanıyla etkileşimde bulunabilmek için özel zaman ayırıp birden fazla ve sakin sakin ziyaret etmek gerek.
Dilerim farklı mevsimlerde buna fırsat bulursun
Ishak Paşa Sarayı benim içinde müthiş hayal kırıklığı oldu. Ne yazık ki tarihin kültürün icone etmede üstümüze yok.
26 Haziran 2019 Çarşamba, 21:05 at 21:05
Merhabalar
Özellikle sizin gibi nazik ve değerli insanları tanıdığım için çok memnunum yıllarca söylediğim bir söz var bizler ne zaman insan olmayı becerirsek o zaman acının dili dini ırkı rengi olmaz önce insan olacaz sonra birbirimizi sevecez ve saygı duyacaz. Hoşca kalın vanlı kaptan murat
05327383014
26 Haziran 2019 Çarşamba, 21:23 at 21:23
Canım benim yaaa…
Zaten inanılmaz duygusal bir ruh halindeyim sen bunu katmerledin…
Üç haftaya yakındır Balkanlar’dayız… Bunun Romanya’da geçen bir haftasını 6-7 Avrupa ülkesinden 7 yıldır biraraya gelen güzel insanlarla geçirdik… Ev sahibimiz ortaya bir soru attı: “Bu kadar yıldır, bu kadar farklı kültürden ve inanıştan bir grup insan nasıl birbirinden bıkmadan ve sevgisini yitirmeden bir araya gelebiliyor?” Çeşitli yanıtlar geldi herkesten ama özü: “Yüreklerimizin büyüklüğü ve önyargısız olmamız” idi…
Bugün de Manastır’a (Bitola) uğrayıp Atamıza sevgi ve saygılarımızı sunarak Selânik’e geldik…
Böylesi geziler hem insana sevgimi daha da artırıyor hem de vatanıma her daim özlemimi…
Neyi paylaşamıyoruz?
Neden egemenlerin tuzağından bir türlü kendimizi kurtaramıyoruz?
Neden bu sevgisizlik?
Neden hoşgörüsüzlük?
Neden bu katliam?
Neden?
Neden?
Ne-deeeeeeen?
Bazen artık dayanamıyorum…
27 Haziran 2019 Perşembe, 10:15 at 10:15
Murat Kaptan’ a selam olsun, güzel insanlara…
İshak paşa’ ya çok çok üzüldüm, sözcük bulamıyorum…
27 Haziran 2019 Perşembe, 12:05 at 12:05
İshak Paşa’da hırsımdan ağlamak istedim, bir de Sinop Cezaevi’nde böyle boğazıma yumruk oturmuştu da senin yanına kıyıya koşmuştum .
Yazılarını çok seviyorum, sanki benim yerime de anlatıyor gibi geliyor. Malum ben tembel bir kadınım sadece görüyorum ve hissediyorum sen bunlara ilaveten çekiyor, yazıyor, paylaşıyorsun.
Seni kucaklıyorum …
27 Haziran 2019 Perşembe, 21:12 at 21:12
Sevgili Başak, yutmoğrafının sıkı takipçisi oldum. Ayrıntıları yakalayışını, böylesine yalın ve güzel anlatımını, fotoğraflarını keyifle takip ediyorum. Ayrıca konu mankenliği yapmak da güzelmiş :)). Kendi kentimi senin bakış açınla görmek çok daha güzel.
https://www.youtube.com/watch?v=Z1JMZDowu-g
02 Temmuz 2019 Salı, 11:29 at 11:29
Ben en çok kuzulu delikanlıyı ve İshakpaşa Sarayı karşısındaki o evi sevdim 🙂
09 Temmuz 2019 Salı, 14:36 at 14:36
Seninle gurur duyuyorum Başak, gerek yazıların, gerek görsel çalışmaların çok güzel, doyurucu ve bilgilendirici, amatör ruhun ve profesyonel sonuçların çok tatmin edici, yine teşekkürler sana.