Ölüm kokan bir dalış gezisi…
IIIĞĞĞ… bu nasıl bir başlık Başak dediğinizi duyar gibiyim. Selçuk’un saçlarının diken diken olduğunu görür gibiyim :)) Tamam sayın avukatım, sakin… Ölüm her canlı için kaçınılmaz bir son değil mi? Doğum kadar doğal değil mi?
Üstelik kimi zaman bizler bile bir şeylerin katili olduğumuz halde nedense ölüm sözcüğü geçtiğinde rahatsız oluyoruz. Neyse bu da bir şey. Hiç rahatsız olmadan öldürmekten çok daha insani olduğu kesin… Başlığın ve girişin neden ölüm üzerine olduğunu buraya kadar okumaya devam edebildiyseniz yazının ilerleyen bölümlerinde görürsünüz. Şimdi biraz yaşamdan konuşalım. 🙂
Geçen ay Samandağ’da yaptığımız dalış, Dede’nin yemeklerinin tadı damağımda kaldı derken Boğaç Hoca’dan bir duyuru geldi; “yoğun istek üzerine 9 kasımda Samandağ’a gidiyoruz”. E-postayı okur okumaz Boğaç’ı arayıp, geliyorum ben, beni de yaz dedim. Oysa planım 22 kasımda Hatay’a gittiğimde Coşkun’la bir dalış ayarlamaktı. Kısmet… Hava durumuna baktım; cumartesi pazar parçalı bulutlu ama güneşli. E güzel. Bu sefer mağaraya fenerle dalmalıyım. Selçuk’tan fenerini emanet aldım. Yaza kadar kullanmam artık diye kaldırdığım dalış ekipmanlarını bir hafta önceden hazırladım . Zira bu dalış öyle yoğun bir haftanın sonuna geldi ki son dakika çanta hazırlamaya bile vaktim olmayacaktı.
Milli Kütüphane’nin önüne geldiğimde deja vu oldu. Geçen Hatay dalışındaki gibi Selen yine oradaydı. Tek fark, yanında Çiğdem de vardı. Dalış minibüsüne bildiğimde gördüm ki bu sefer tanımadıklar da… Demek ki yeni arkadaşlar edineceğiz, ne güzel. Kaan, Süleyman ve Levent’i önceden tanımıyordum. Bir de pilot olduğunu söyleyen bir arkadaş vardı; Evren. :)) Emre ve Gökhan’la dalışa gitmeyeli yıllar olmuştu. Hatta Emre ile hiç birlikte dalmamışız. Emre’cim ile yaza sözleştik, mutlaka bir dalışı birlikte yapacağız. İkisini de özlemişim. Coşkun da Mersin’den katılacaktı bize.
Sabah yine bir fasıl kaybolduktan sonra Çevlik plajındaki otele ulaşmayı başardık. Hiç uyumadan geçen bir yolculuktan sonra uykusuzluğuma inat, yediğim tahin pekmeze güvenerek, limana yürümeye karar verdim. Geçen seferden bölge hakkında bilgim olduğundan, limanın yarım saatlik bir yürüyüş mesafesinde olduğunu biliyordum. Boğaç’a haber verip, limana doğru yürümeye başladım. Diğer arkadaşlar araçla geleceğinden, planlanan saatte teknede buluşacaktık. Önümde fazladan bir saat ve sıkı bir rüzgar vardı. Karadan esen rüzgar, yürürken insanın kemiklerine işliyordu. Yolda yürüken yine Samandağ’ın ilginç görüntülerine tanık oldum.
Yarım saat sonra limana vardığımda bir kaç balıkçı dışında ortalıkta kimsenin olmadığını gördüm. Karaya çekilmiş teknelerin altlarını dolaşmaya başladım. Yeni tablolar bulabilecek miyim acaba diye bakınırken çok büyük bir tekne enkazı gördüm. Neyse bunların fotoğraflarını bu yazıdan sonra, başka bir bölümde ayrıca paylaşacağım.
Konuştuğumuz saatte ekip geldi, dalış malzemeleri tekneye taşındı. Ben ilk dalış Kel dağı tarafındaki mağaraya olacak diye ağırdan alırken -zira orası bir saatlik mesafede- bir de öğrendim ki hava durumu nedeniyle ilk günün ilk dalışı vatoz tarlasında yapılacakmış. Hemen hazırlandım. Boğaç ekipleri okudu; benim ekipte Coşkun, Evren, Gökhan ve Mustafa var. Ekibe dalış bölgesi hakkında biraz bilgi verdikten sonra, dalış sırasında kimsenin görüş mesafesinin dışına çıkmaması konusunda sert bir uyarıda bulundum :)) Evren benimle ilk daldığı için bu ültimatomumdan biraz korktu :)) Ama Samandağ’da benim kuralım bu. Şaka bir yana, sualtında görüş gerçekten kötü ve ben ekibimdeki bir kişinin bile görüşümden çıkıp kaybomasını istemiyorum.
Neyse kuşanıp suya atladığımda ilk tepkim “çok soğukmuş” oldu… Evet geçen seferkine göre su biraz daha soğumuştu ama neyse ki benim dalabileceğim sıcaklığın altına düşmemişti. Güneş de vardı… Bizim vatoz tarlası da ilk sefere göre daha bereketli olmuştu. Sanırım sayıları biraz daha artmıştı. Su soğudukça daha da çoğalacaklarmış. Yalnız 22 Kasım’da geldiğimde suyun ısısı 23 derecenin altına düşer ve manta olmazsa dalacağım konusunda biraz şüpheliyim Coşkun’cuğum bak “söylemedin Başak Hocam, benim ne hayallerim vardı” filan deme. :))
Evet bu sefer çok vatoz gördük görmesine de dalış bitip Ankara’ya dönerken paylaştığım video ve fotoğraflara Figen’in verdiği tepkiyi düşününce çok utandım ve kendimi kınadım. Dalış sırasında kumda kendi hallerinde yatan vatozları uçarken (daha doğrusu yüzerken) görebilmek ve görüntüleyebilmek için onları nasıl taciz ettiğimizi düşündükçe gerçekten utanıyorum. Oysa ben sualtında hiç bir canlıya dokunulmaması gerektiğini savunanların başında gelirim. Düşünsenize bizim gibi gelen her grup, fotoğraf çekmek için dahi olsa hayvanları böyle mıncırsa… Hayır bir de hayvanlar kendilerini saklıyorlar ve yerlerinden de kımıldamak istemiyorlar. Onlar kımıldamak istemedikçe biz daha da üzerilerine gidiyoruz. Üstelik defalarca yurtdışında dalmış biri olarak, orada bırakın canlılara dokunmayı, herhangi bir şeye dahi (bu bir batık da olabilir) dokunulmasının yasak olduğunu bilen biri olarak kendi memleketimde bunu nasıl yaptım? Bu tıpkı Avrupa’da tüm trafik kurallarına uyup, burada çoğunu ihlal etmek gibi bir şey. Samandağ’ın tüm vatozları, sizlerden kendi adıma özür diliyorum. Beni affedin. Söz veriyorum bir daha hiç birinize dokunmayacağım.
( Sualtı fotoğrafları Samet Uyğur’a aittir.)
İlk günün ilk dalışından sonra, yine Dede’nin yaptığı nefis barbunları ve salatayı yedik. Sonbaharın son güneşli günlerinden yararlanmak ve biraz da kafa dinlemek istediğim için ekibi Gökhan’a emanet edip, ikinci dalışı yapmadım. İyi ki de öyle yapmışım. Gerçekten o öğleden sonra tekne üzerinde göreceğim son güneş oldu. Bir bira açtım, güneşin denizle oynaşmasını izleyip müzik dinledim. Daha sonra bu keyfe tüm ekip katıldı. 🙂 Hepimiz teknede çocuklar gibi şendik :)) ve bu anlar beni en az dalış kadar mutlu ediyor. Tüm bunları yaşayabildiğim için minnettarım.
Dalış bitip karaya döndüğümüzde Ulaş “otele yürüyelim mi?” dedi. Neden olmasındı? Ama tekneden atlarken ayağını çarptı ve parmakları biraz kanadı. Yol kısa olmadığından biz de otele kadar yürümek yerine otelin girişinde inip, kıyıya yürüdük. Kumların üzerinde oturup güneşin batışını izledik. Karadan esen rüzgar içimize işledikçe üşüyor ama hiç kalkmak istemiyordum. Sahilde yürürken gördüğüm ölü bir mavi yengeci gösterdim Ulaş’a. Sanki gelen bir ölümün ilk habercisiydi bu yengeç. Batan güneşin şavkı tam karşıdan yüzümüze vuruyordu. Kıyıdaki iki adamın yalnızca siluetleri görünüyordu. Rüzgarın kumda bıraktığı izler, balıkçı ve köpeği, akarsuyun denize kavuşması, bulutlar ve gökyüzü… Hepsi çok şey söylüyordu.
Güneşi böyle batarken hiç görmemiştim. …ve o, bulutların arkasına düşünce ben de soğuğa yenik düştüm. Akşam yemeğine hazırlanmak üzere otele döndük. Yemekte, geçen seferki Hatay mezelerinden başka bir de piyanist şantör vardı. Bu sefer tek düğün varmış. O bizim otelin üzerinde. Bu piyanist şantör de turla gelenleri coşturmak üzere bizim yemek yediğimiz balık evinde görevlendirilmiş. Beni bilen bilir. Oyun havaları başladığında ben odamın yolunu tutmuştum.
Sabah uyandığımda sürpriz bir hava ile karşılaştım. Bir gün önce havadurumu güneşli görünürken bugün rüzgar ve yağmura uyanmıştık. Güne başlarken bu çok keyif kaçıracak bir durum olsa da Ayşegül’ün sürpriz gelişi Nil’le paylaştığımız odayı neşelendirmişti. Cimcime üşenmemiş, bir günlüğüne kalkıp Ankara’dan dalışa gelmiş. İşte buna dalış aşkı deniyor. 🙂 Bense Ayşegül’ün tersine o gün dalmama kararı almışım. Güneşsiz, yağmurlu ve rüzgarlı hava, ne yorgun bedenime ne de yorgun ruhuma iyi gelecek. Bedenimi geçtim de ruhumun biraz ilgiye ihtiyacı olduğu kesin. Ona neyin iyi geleceğini de çok iyi biliyorum. Boğaç’ın tüm ısrarlarına rağmen limana gidiyor ama dalışa gitmiyorum. Grupta başka hocalar ve tecrübeli dalgıçlar var. Gözüm de arkada kalmayacak, içim rahat.
Tekneyi yolculadıktan sonra dalgakıranda bir yürüyüş yapıyorum. Esen rüzgar, yağan yağmuru yüzüme çarptıkça iyi hissediyorum. Yağmurluğuma rağmen pantolonumun paçalarından yukarı sızan su ile ıslanıyorum. Yeteri kadar yürüdüğüme ve ıslandığıma kanaat getirdikten sonra, limanda gördüğüm, sıcak bir şeyler içip ısınmak için uygun görünen, kahveye benzettiğim yere giriyorum. Küçük bir kapalı alanı büyükçe bir yarı açık alanı var. Yalnızca üzeri kapalı ki bu beni yağam yağmurdan korumak için yeterli. Kuytuda kaldığı için rüzgarı da kesiyor. Biraz üşümüş olmama rağmen açık alanda, limanı gören masalardan gözüme kestirdiğim birine oturuyorum. Aslında bütün masalar limanı görüyor sayılır ve sabahın o saatinde hepsi de boş. Liman dediğim yer küçücük bir yer. 15-20 tekne anca var. İçeriye girdiğimde işletmenin sahibine içecek sıcak bir şeyleri olup olmadığı soruyorum. O da başlıyor saymaya; çay var, kahve var… Tam o sırada sağ taraftaki buzdolabına gözüm takılıyor. Ben bir bira alayım diyorum. Saat sabahın dokuz buçuğu… O an adamın yüzüne değil dolaba baktığım için yüzündeki ifadeyi kaçırıyorum. Gidip seçtiğim masaya oturuyorum. Gelen bira ılık. Hava soğuk ve ben üşüyor olmama rağmen ılık bira içemem. Ben sıcak bişey sorup bira istediğim için adamcağız özellikle ılık getirmiş olabilir tabii. “Daha soğuğu yok mu?” diyorum. Soğuğu ile değiştiriyor. İlk yudumu aldığımda doğru seçim yaptığıma karar veriyorum. Kulağımda özenle seçtiğim müzikler, yağmur, dalga kıranla liman arasına sıkışıp kalan deniz ve tekneler, bira ile iyi gidiyor. Saat 11 sularında -biranın da etkisiyle- acıktığımı hissediyorum. Yiyecek soruyorum; tavuk, balık köfte… “Balık ne var?” diyorum; barbun… “Tamam ben bir porsiyon barbun, yemekle beraber bir de bira alayım” diyorum. Salata isteyip istemediğimi soruyor genç adam, isterim diyorum. Çok geçmeden, önce kocaman bir mevsim salata, arkasından da tepeleme bir tabak dolusu barbun geliyor. “Bu bir porsiyon mu?” diye sormaktan kendimi alamıyorum. Evet diyor genç adam. İkinci biramın eşliğinde, bir gözü görmeyen kara bir kedi ile barbunlarımı paylaşıyorum. Saat 12:30 sularında yağmur diniyor. Hesabı ödedikten sonra tam üç saat boyunca kıpırdaman oturduğum sandalyeden kalkıp, otelin yolunu tutuyorum.
Bulutlar yükselmiş, rüzgar neredeyse dinmiş, yağmur kesilmiş. Ama güneş hala bulutların ardında. Etraf, tıpkı üzerinde yürüdüğüm bu kaldırım gibi açık gri. Kaldırımda ölü bir kemane balığı görüyorum. (Kemane balığı olduğunu daha sonra Boğaç Hoca söylüyor.) Kaldırım kıyıdan en az 100-150 metre uzakta. Kendi başına oralara gelmesi mümkün değil. Belli ki birin ağına takılmış, sonra o birinin arkadaşlarına gösterilip, kaldırıma atılmış. Evet her canlının sonu ölüm, evet ölüm kaçınılmaz ama dilerim hiç bir canlı yalnızca birilerinin zevki uğruna bu şekilde ölüme terk edilmesin. Otelin hizasına geldiğimde sahile iniyorum. Her yerde ölüm var. Ölü balıklar, ölü yengeçler…
Biraz irice bir balığın gözlerine çocuk merakıyla bakıyorum. İçimdeki çocuk soruyor; “ölü balık gibi bakıyor diyorlar ya, bu o mu?” Evet diyorum. “Ölüm ne kötü bir şey” diyor. “Evet ama bazen de özgürleştiriyor insanı” diyorum. “O nasıl oluyor?” diyor. Büyüyünce öğrenirsin demek gelmiyor içimden, büyüsün istemediğimden… Susuyorum. Ne çok soru soruyor bu ufaklık diye düşünüyorum. Onun yüzünden yaşadığım yanlış anlaşılmaları düşünüyorum, gülmek geliyor içimden. Olsun ben yanlış anlaşılmaya hatta hiç anlaşılamamaya razıyım, yeter ki o hep benimle olsun…
Artık dönüş zamanı yaklaşıyor. Ben otele girene kadar ne yağmur yağıyor ne rüzgar esiyor. Ben otele girdikten sonra yağmur yeniden başlıyor.
13 Kasım 2018 Salı, 09:28 at 09:28
süper ! 😉
13 Kasım 2018 Salı, 09:54 at 09:54
Günaydıııın,
Başlık gerçekten de ürperticiydi.
Yerkürenin uyumsuz türü insanın bitmeyen hırsı; en yükseğe çıkıp en derine inmek. Görülmedik, bilinmedik tek nokta bırakmamak hırsı, deliliği, çılgınlığı. Bu ölümüne bilme, görme tutkusu, tüm canlıların hayatını mahvediyor.
Küçük çocuğun soruları çok güzel, çok değerli. Fotoğraflardaki, henüz öldürülmemiş balıkların endişeli bakışları beni de utandırdı. Bu duyguları yaşattığın için teşekkür ederim Başakcım.
13 Kasım 2018 Salı, 13:53 at 13:53
Guzel olmus elina saglik. Yaziyi okurken keske dedim defalarca, kacirmak istemedigim ama gitmemin imkansiz oldugu bir dalisti. Umarim seneye tekrari olur ve ona katilirim. Bu kadar keyif alabilir miyim? deneyecegim. Seneye gorusmek uzere herkese selam.
13 Kasım 2018 Salı, 23:10 at 23:10
Ama babacığım…
14 Kasım 2018 Çarşamba, 14:21 at 14:21
Yine güzel yine keyifli okumalar, harika fotolar… Yinelenen güzellikler sizlerle olsun…
17 Kasım 2018 Cumartesi, 11:23 at 11:23
Ben de Hatay’daydım sanki okudukça. Çok güzel bir yazı ve fotoğraflar. Sen tehlikelisin. Yeryüzü yetmiyor sana bir de sualtına dalıyorsun. Biz de hiç ıslanmadan okuyoruz. Fikret Kızılok çok yakışmış : -)
08 Aralık 2018 Cumartesi, 00:05 at 00:05
https://youtu.be/47EYlqamvCw