Hadi çık artık şu Machu Picchu’ya
“Onu bir daha oku,” diyor Sabahattin Eyüboğlu.
Hadi çık artık şu Machu Picchu’ya !
diyor Eylem. Bunu derken ki çizgi film kahramanı gözleri ile gülüşü geliyor gözümün önüne ve bir de kıvır kıvır saçları. Hiç dayanamaz parmaklarım kıvırcık saçlara, dalar içine hemen. Eylem’in ardından Çiğdem, Ayşegül ve Aysel de hep bir ağızdan sesleniyorlar; hadi ama Başaaak. Dört silahşörler, çekmişler kılıçlarını, dayamışlar gırtlağıma… ama bir bakın şu bakışlara, o güzelim gülüşlere … yazmak lazım bir an önce …:)
Yalnız hatırlatırım, buralarda öyle hızlı hareket etmeye gelmeeeez. Hele ki Machu Picchu’da… Bulutlara asılı duran bir dağın zirvesinde, bundan yüzlerce yıl önce yapılmış, bin kişinin yaşayabileceği, yüzyıllardır depremlere karşı dimdik ayakta duran, dünyanın yedi harikasından biri olan bir kentten bahsediyoruz. Boru mu bu? Bu iş öyle aceleye gelmez Eylem’cim, ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden ve koşarak ineceksin bizim gibi. 😉
Üstelik yüküm ağır benim, öyle koşar adım gidemem. Hem sen nereden bileceksin ki, benim için bir düğün, bir cenaze, bir doğum Machu Picchu, kolay mı ha deyince çıkmak. Ve bilmez misin insan düğüne doğuma nasıl hazırlanır, bir cenazede edeceği lafları nasıl tartar. Ama hazırım ben. Duvağımı da, kefeni mi de, zıbınımı da aldım yanıma. Bilmiyorum neler olacak orada? Hepsi şu koca sırt çantamda yük. Kolay mı o merdivenleri o çantayla tırmanmak? Yuttuğum demirden leblebiyse sırtımdaki yükün ağırlığını unutturmuş bu dağın taşın arasında. Basmakları çıkıyoruz da ortada ne köy var ne kasaba. Bilge Karasu’nun “Altı ay bir güz” adlı kitabındaki taşımakla ilgili bir paragraf geliyor aklıma. Sırtımdaki yükü ve midemdeki demir leblebiyi düşünüyorum. Onca yıldır katettiğim yolu düşünüyorum. Kalbim çarpmaya başlıyor. Birkaç basmak çıktıktan sonra durup soluklanmak istiyorum. Bu sefer de Özdemir Asaf’ın kitaplarını karıştırıyorum. Sayfalardan birinde, karşıma Sabahattin Eyüboğlu’nun, Asaf’a söylediği bir sözü görüyorum ;
“Her karşılaşmamızda kendine özgü gülümsemesiyle, elini kulağının arkasına koyup eğilir, kulağıma “onu bir daha oku” derdi” diyor Asaf. Basamakları çıkamaya devam ediyorum ve aklıma takılıyor o söz; “onu bir daha oku”. Kaçımız okuyoruz onu bir daha acaba? Kaçımız okuruz? Ya ben? “Altı ay bir güz”ü yeniden okumalıyım diye düşünüyorum.
İşte yine geliyorlar. Yok sen lamasın, lamalarla aram iyi değil, bana tükürmüşlerdi küçükken. Benim keçilerim var. Sahi onlar nerede?
(Not: Eve döndüğümde Bilge Karasu’nun kitabını arıyorum, kütüphanede yok. Yeni aldığım kitaplar arasına bakıyorum, evet orada ve 2013 basımı. Notlarımı aldığım defteri bulup karıştırıyorum, aklıma gelen paragrafı buluyorum. Üzerine de tarih atmışım; 1997. Hamal mıyım ben?)
Yaaaaaa hanımlar, bir de bana hadi çabuk çık diyorsunuz. Nasıl çıkayım ben çabuk acaba? Gidip bir kahve yapayım en iyisi, sonra da çıkalım artık şu yaşlı dağa da ne olacaksa olsun. Kılıç gırtlağa dayandı ne de olsa.
* * *
Machu Picchu’dan bahsederken, Buket Şahin’in “Latin Amerika Yakılan Bellekler” adlı kitabından biraz destek alacağım. ( http://buketsahin.com/yakilan_bellekler_-_latin_amerika ) Machu Picchu’nun İnka dilinde “yaşlı dağ” anlamına geldiğini de Şahin’den öğreniyorum. Machu Picchu hakkında şunları yazmış Gezgin;
“50 Yılda 300’e yakın işçinin inşa ettiği kentte, İnkalar’ın görkemli yaşamı sadece yüz yıl sürmüştür. Sonra 500 yıl yalnızlığa terk edilmiş kayıp kentin niçin yapıldığına dair nice efsane söz konusu. İnkalar’ın yasak kenti Machu Picchu’nun gizini, “hiç kimse buradan söz etmemeli, hiç kimse bu kentin var olduğunu bilmemeli” diyerek çok iyi sakladıkları bir gerçektir.”
İşte bunun için biz de iki saatlik bir tren yolculuğunun üzerine bu basamakları çıkıyor olmamıza rağmen hala ortada ne köy var ne kasaba. Kaldı ki biz trenden sonra 20 dk. da otobüsle geldik. (Hiç durmadan viraj vardı onun için 20dk.) Eğer buralara otobüs yerine yürüyerek gelmeye kalksak -şimdi çıktığımız merdivenler hariç- 2000’den fazla basamak çıkmamız gerekiyordu. Ve eğer biz o basamakları çıksaydık… ah keşke ben çıkaydım da en azından sırtımdaki çantayı yolda atmak zorunda kalaydım. Leblebiye gelince, onu ancak neşter paklar.
Aman yine konuyu dağıttım. Neyse ki ben o merdivenleri çıkmadım yoksa bu yazı belki de hiç olmazdı. :)))
Şahin kitabında, İnkalar’ın 2 bin 430 metre yüksekliğinde kurulan bu kenti, İspanyollar’dan saklanmak amacıyla yaptıklarını ve amaçlarına ulaştıklarını yazmış. Direnmenin sembolü olarak kabul edilen bu kent, işgalci İspanyollar tarafından hiç bir zaman bulunamamış. 400 yıl boyunca da tropik ormanlar bu kenti iyice saklamış. Taa ki 1911’de Hiram Bingham tarafından bulunana kadar. Şahin yazısına şöyle devam ediyor, aynen aktarıyorum;
“Bingham, bir gezgin ve Yale Üniversitesi akademisyeni olduğu kadar, Amerikalı bir politikacının zengin mirasçısı ve şımarık, sorumsuz oğludur da!
… Define avcısı Bingham, Peru hükümetinden geri getirme sözüyle teslim aldığı binlerce antik eseri geri getirmez ve 100 boyunca Yale Üniversitesi’nin kayıtlı sermayesi olarak ABD’de sergilenir.” Neyse ki buna sessiz kalmayanlar olmuş ve onların protestoları sayesinde bu eserler, 100 yıl sonra, 2011 yılında Peru hükümetine geri verilmiş. Ben kitaptan ilginç bulduğum bir kaç noktayı size aktardım. Merak eden kitabın geri kalanını alıp okuyabilir 🙂
Ve sonundaaaaa işte bir şeyler görünmeye başladı. Bu doğa insanı kendine hayran bırakırken, böyleşine zor şartlar içinde buraya bir kent yapılmış olması da hepimizi şaşkına çeviriyor.
Buraya gelmeden önce, Machu Picchu’nun çekilmiş milyonlarca fotoğrafı var, o nedenle ben fotoğraf çekmeyeceğim yalnızca orada ruhumu sağaltıp geleceğim derken Yutmi Cunyır’ı hiç hesaba katmamıştım tabii. Bizimki hiç durur mu? Şu açıdan da çekelim, bu açıdan da çekelim. Başak bu taşlar 100 tonlukmuş onları da çekelim deyip, çekiştirdi durdu beni. Oğlum midene oturacak diyorum, sen kendi demir leblebine bak, onu yutarken sen bana sordun mu diyor, lafı ağzıma tıkıyor bacaksız. Dil pabuç gibi maşallah! Yalnız Cunyır hiç haksız sayılmaz çünkü kentin her bir noktasında başka bir şeyle karşılaşıyorsun. Neredeyse hiç tekrara girmemiş ki bu çok etkileyici. Bir mimar olarak etkilenmemek sanırım mümkün değil. Hem yapımı, hem yerleşimi açısından… Birazdan fotoğraflarda göreceğiniz teraslar da çok ilginç ve bu teraslarda tarım yapılıyor olması da çok etkileyici. Artık sözü kesip, Machu Picchu’yu gezelim mi? Yalnız geziden sonra bir kaç sözüm daha olacak. O da Huayna Picchu ile ilgili.
Gezerken de Peru’nun sembolü haline gelmiş “El Condor Pasa” adlı şarkıyı da çalmak istiyorum ama bu özel şarkı ile de bir kaç bilgi paylaşmadan geşersem çok ama çok ayıp olur. El Cóndor Pasa bir müzikal için bestelenmiş. And dağlarından ve and müziklerinden ilham alınmış. Sözleri ise şöyle;
Ey Andlar’ın muhteşem kondoru,
beni evime götür, Andlar’a,
Ey Kondor.
Ülkemi geri istiyorum,
ve İnkalı kardeşlerimle yaşamak istiyorum,
bunun hasretini çekiyorum,
Ey Kondor.
Cusco’da, ana meydanda
bekle beni,
Machu Picchu ve Huayna Picchu’ya
gidebilmemiz için.
1970 yılında Simon and Garfunkel o zamanlar görece ünlü melodiyi, Paul Simon tarafından yazılmış İngilizce metinle „El Condor Pasa (If I Could)“ adı altında yeniden kaydettiler.Fotoğrafları bu müzik eşliğinde izlemek isterseniz buyurun. Ama bu yazının sonuna buraların gerçek sahibi Yma Sumac’ın yorumunu da koymak isterim doğrusu.
İnanamıyorum yaz yaz bitmiyor. Daha dönüş yoluna bile geçemedik. Ama onu diğer yazıya bırakmayacağım. Machu Picchu’yu bu bölümde bitirmek istiyorum. Şimdi size zaman yetmediği için bizim yapamadığımız, benim de fena halde içimde kalan bir diğer şeyi söyleyeceğim; o da Huayna Picchu. Bu zirveyi deneyimleyemediğim için yalnızca vikipedi bilgisini ve oradan aldığım fotoğrafı aktaracağım. Ama eğer giderseniz ve kondisyonunuza güveniyorsanız kesinlikle çıkmanızı öneririm. Çöl sörfüne tercih edin derim 😉
Huayna Picchu, 2701 metre yükseklikte olup, İnka harabelerinin bulunduğu iki zirveden biridir. Zirveye geçiş turistlere serbesttir. Bu kişiler çıkış öncesi bir kontrol noktasında adlarını yazdırmak zorundadırlar. Kendilerine burada yaklaşık dönüş zamanı bildirilir. Çıkış, çok çetin olmayan koşullarda yaklaşık 1 saat sürer. En dik yerler çelik halatlara tutunmak suretiyle aşılır. Kısmen, kaya dehlizlerden geçen patikadan ilerlenir. Çıkış sırasında bir kaya çıkıntısından eğilerek geçilir. Tırmanışlara 07:00 ile 13:00 zaman dilimi içinde başlanır. Macchu Picchu İnka harabelerine geçerken de kontrol noktasından geçilir.
Öğle yemeğini yedikten ve bir saat kadar dinlendikten sonra inişe geçiyoruz. Bir kısmımız otobüsle dönmeyi tercih ederken diğerlerimiz ve tabii Cunyır, yaklaşık 2000 basamağı inerek, doğanın içinden geçerek tren istasyonuna gitmeyi seçiyoruz. Ve iniş başlıyor. Merdivenler bittiğinde, daha önce haritada göstermiş olduğum o nehrin kenarından yürüyerek tren istasyonuna ulaşıyoruz. Otelden eşyalarımızı alıp, tren kalkış saatine kadar pazarda dolanıyoruz. Bu güzel gezinin en önemli noktası ve aynı zamanda Eylem’in de doğum günü olduğu için Sinan bize bir sürpriz daha yapıyor ve Eylem’le birlikte bir şampanya patlatıyor. Dönüş trenimiz ilkinden de lüks, bu seferki yemekli, müzikli, danslı… Sinan’a bu jesti için teşekkür ederiz. Ama ne yalan söyleyeyim, her ne kadar masa örtülerinde gözüm kalsa da ben bu kadar turistik atraksiyonları pek sevmiyorum. The big blue’daki İnkaların ve lamaların olduğu bir treni tercih ederdim doğrusu. Üstelik lamaların tükürme riskini de göze alarak :)))
01 Ağustos 2017 Salı, 10:20 at 10:20
Ne güzel anlatmışsın , eline sağlık Başak. Bir gün benim de hayalim Sinan’la Peru ya gitmek.
Ve elbette oraya kadar gidip Machu Picchuya çıkmadan dönmek olmaz 🙂
Teşekkürler :))
01 Ağustos 2017 Salı, 12:59 at 12:59
Bir müzik bu kadar mı uyar slayt gösterisine, bir insan bu kadar mı uyar böyle yerleri gezmeye 🙂
01 Ağustos 2017 Salı, 22:06 at 22:06
Basakkkkk harika yazmissin beklediginize degdi. Fotografimiz da cok guzel olmus amaaa sana kilic cekmez ancak sarilir operiz biliyorsun. Bir de o sampanya Eylem’in dogum gunu oldugu icin degil,Eylem herseye ragmen bu yolculugu yapabildi diye patladi. Ayselimin de parmagi var tabi. Sinan zaten hayalleri gerceklestirmek icin var, hep de olsun.
O vakit ne diyoruz don’t give up stay alive
02 Ağustos 2017 Çarşamba, 07:02 at 07:02
Eylem’ciiiiim bazı insanlar kendi yaşamlarında bir biçimde yeniden doğmayı ve herşeye rağmen yeniden doğmayı başarırlar. Senin o gün doğum günündü sen farkında değil misin? Çantamdaki ne işe yaradığını bilemediğim zıbın da senin içinmiş meğer. Ne güzel ! 🙂
02 Ağustos 2017 Çarşamba, 21:59 at 21:59
Bu kadar rahat kendini okutan ve tatlı dilli yazan var mı bilmiyorum… Teşekkürler… En merak ettiğim yerleri geziyorum sizinle (Cunyır ve Başak demek istedim)…
03 Ağustos 2017 Perşembe, 15:51 at 15:51
Huayna Picchu’ya mutlaka çıkmalıyım.
04 Ağustos 2017 Cuma, 09:42 at 09:42
Başakcım,
Biliyorsun 2 yıl önce Peru’ya gitmiştim ve tabiiki Machu Picchu’ya da. Müthiş bir ülke, müthiş bir tarih.Magical. O kadar değişik iklim çeşitleri varki. Inca’ların tarihini de yavaş yavaş çözüyorlar. Yazılı dillerı olmadığından, zor ama yünlere düğüm atarak nesillere bilgi aktarmışlar. Aslında, Machu Picchu’yu da İspanyol’lardan gizlenmek için inşa edilmemiş, İspanyol’lar gelmeden çok öncede inşa edilmiş. Hangi amaç için olduğunu da halen tartışıyorlar. İspanyol’lar İnka’ların bir çoğunu katlettikten sonra, M.Picchu’nun dünya ile ilişkisi kesilmiş. Yaşayan rahiplerin bir çoğu da zaman la ölünce, doğa tarafından korumaya alınmış. Takii, kayıp şehiri arayan Bingham MP’u tesadüfen buluncaya kadar.
En kısa sürede bir araya gelip, Peru’yu konuşup, sohbet edelim, fotoğrafları izleyelim… Peru’nun tadı damağımda kaldı…
Seni çoook öptüm…
07 Ağustos 2017 Pazartesi, 07:18 at 07:18
Günaydın Başakcım, Machu Picchu’da büyülenmiştik, müthişti, senin yazınla yeniden hatırladım basamakları, sisler arasından çıkıveren o muhteşem görüntüyü, Huayna Picchu’ya imrenerek baktığımızı, çok güzel anlatmışsın, teşekkürler! Huayna Picchu’ya çıkabilirmiydim emin değilim! Doğru dürüst nefes dahi alamıyordum. Olağanüstü bilgili bir yerel rehberimiz vardı o gezide, bize tırmıanışlarda yardımcı olmak için “koka yaprağı” dağıtmıştı, çiğnedik ve tükürdük! Giderek alıştık o yüksekliklere! Puno’da tekneye koştuk bile…Peru’ya yeniden gitmek isterim ama dünyada o kadar çok güzellikler var ki, tekrarlara sıra gelmez gibi….Ben henüz Machu Picchu’dan çalınanların geri getirilemediğini okumuştum gibi hatırlıyorum, ama umarım yanılıyorum! Maalesef “akademisyen hırsızlığı” tüm dünyada biliniyor! Ülkemizden de çaldıklarının haddi hesabı yok, endemik bitkilerden, el yazmalarına. Çok üzücü ve sinir bozucu! Yeni geziler planlıyor musun?? Çok sevgiler
08 Ağustos 2017 Salı, 16:23 at 16:23
Ohh içim açıldı resmen, kalemine sağlık 🙂
16 Ağustos 2017 Çarşamba, 17:53 at 17:53
Ama şeker’cim, o kadar yol gidilir de Huayna Picchu’ya çıkılmaz mı?
Neyse bir dahaki seferin programı olsun. Ve de sabah Golden Gate’ten Machu Picchu’ya bakmadan olmaz.
Bir gün önceden İnka Trail’e başlanır, adını unuttuğum tek hostelde gecelenir. Sabah kargalar uyanmadan kalkılıp yine İnka Trail üzerinde Golden Gate’e varılıp orda güneşin doğuşu beklenir. Ben gittiğimde hava bulutluydu ve Machu Picchu sislerden görünmüyordu. İnat ettim bir saatten fazla bekledim. Bir ben bir de İngiliz bir amca. O zamanlar sanırsam ben yaşlardaydı. Neyse kapatalım bu mevzuyu. Allah yüzüme baktı da sisler biraz aralandı, ben göreceğimi görüp kalıntılara gidebildim.
Ama duygularımız aynıydı. Hala gözlerim doluyor.
Mcks
18 Ekim 2017 Çarşamba, 13:56 at 13:56
Sevgili Başak Hanım, yüreğinize sağlık. Her zaman olduğu gibi, saygı ve hayranlıkla…