En uzun yolculuk
Bir geziye çıkmadan haftalar önce tencere tava çalmaya başlayan ben, bileti bir yıl öncesinden alınmış bu geziye neredeyse gidesim yok… Üstelik, Atlantik okyanusunu aşıp, pasifik okyanusunda kıyısı olan bir ülkeye, Peru’ya gitmek istememekten bahsediyorum.
Bunda çok sevdiğim bir insanı yeni kaybetmiş olmanın, ülkede yaşananların (referandum sonuçlarının, üniversitelerde ve bir çok kurumda yaşanan haksız işten çıkartmaların, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın bu uğurda ölümü göze almalarının, göze almanın ötesine geçip artık ölüyor olmalarının, ilk defa, adalet için bir ülkenin muhalefet liderinin ciddi ve uzun soluklu bir yürüyüşe başlamasının) ve bütün bunların yanında anlamını ve önemini yitirse de bana kendini hatırlatan kolumdaki sızının payı çok. İnsan hangi keyifle nasıl bir heyecanla yola çıkabilir ki böyle bir durumda… Birileri sosyal adalet için mücadele yolunda ölürken, ülkemizde “adalet” için on binler yürürken, başka bir ülkede güzel ve keyifli bir yolculuk yapmak hiç de gönül rahatlığı ile güle oynaya olmuyor.
Bu yolculuk benim için bir çok anlamda hem çok zor, hem çok uzun, hem de çok yorucu oldu. Hem içe, hem dışa bir yolculuk oldu. Aslında biz farkında olmasak da her yolculuk, her nereye olursa olsun, hem içe hem dışa yapılan bir yolculuk değil midir? Bunun farkına varabilirse eğer insan, iç yolculuğu daha da verimli geçebilir. …ve yolculuk dediğimiz şey öyle bir şey ki bana göre; yalnızca uzaklara gitmek, farklı kültürler farklı yaşamlar görmekten ibaret değil, okuduğumuz her kitap, izlediğimiz her film, dokunduğumuz her insan, dönüp içimize -dürüstçe- bakabildiğimiz her an –ki en zor yolculuk bu bence-, bir yolculuk değil midir?
Yola niye çıkarız? Keşfetmek, öğrenmek, tanımak için? Neyi, kimi? Eğlenmek için? Nasıl? Bunun için uzun yolları göze alıyoruz da neden en yakınımızdakini anlamaya çalışmaktan, kendimizi keşfetmekten bu kadar korkuyoruz ki? Hatta sırf bunun için yolculuk yapan insanlar tanıyorum. Yolculuk, bir keşif, bir eğlence aracı gibi de görünse de, en etkili kaçış aracıdır kimi zaman. Tıpkı alkole, uyuşturucuya sığınan kaçaklar gibi. Kendi duygularından, bunları dile getirmekten korkan insanlardan çok sıkıldım artık… Üstelik yeterli eğitim, bilgi ve birikimleri olduğu halde… Profesyonel ilişkilerden (çünkü bana göre profesyonellik anca işte olur, arkadaşlıkta değil), haksızlıklardan, daha adil bir yaşam için mücadelede yetersiz ve çaresiz kalmaktan ve bunun iç çatışmasını yaşamaktan çok bunaldım. Benim mücadele anlayışım; dürüst insan olmak, yaptığım işi hakkıyla düzgün bir şekilde yapmak, okumak, keşfetmek, sorgulamak, bakış açımı genişletmek ve bunları paylaşmak, kimsenin hakkını yemeden, olabildiğince başkalarının sıkıntılarında da yanlarında olabilmek, onları anlamak için çaba göstermek. İlişkilerime özen göstermek ve emek vermek… Bunlar değil midir, iyiliği ve güzelliği çoğaltacak olan, adil bir yaşamı getirecek olan? Gidişat çok kötü… Son günlerde en çok duyduğum cümle bu. Peki neden kötüye gidiyor her gün her şey? Üstelik bunu yıllar öncesinde bağıra bağıra söylerken ölen Uğur Mumcu’lar, Aziz Nesin’ler, İlhan Selçuk’lar yazmakla bitmez daha nice yazar, düşünür varken? Adaletin işlemediği, demokratik yolların kapandığı bir noktada başka nasıl mücadele edilebilir ki doğru ve iyi olan için? Doğru ve iyi olan kime göre? Ya hiç bir şeyin farkında bile olmayanlar, sorgulamadan araştırmadan her denilene inananlar? Takım tutar gibi birinin peşinden gidenler? Yalanla nasıl başa çıkılır ki böyle bir insan topluluğu karşısında?
Neden kötüye gidiyor her gün her şey? Bence bu soruyu herkes ama herkes kendi içine bakarak defalarca sormalı. En savaşçımızdan en duygusalımıza, en tutucumuzdan en açık fikirli olanımıza kadar… Hem de öyle toplum boyutunda da değil, en yakınından başlayarak sormalı bu soruyu… Eşimize, çocuğumuza, anamıza, babamıza, yakın arkadaşımıza ne kadar dürüstüz, ne kadar özenliyiz, saygılıyız ilişkilerimizde, ne kadar paylaşımcıyız acaba? Biz kendi sevdiklerimize hiç haksızlık etmiyor muyuz? Peki ya onlara yeterince özen gösteriyor muyuz, arkadaşlığın, dostluğun, eş olmanın, ana baba olmanın sorumluluklarını yeterince ve bilinçli bir biçimde yerine getiriyor muyuz? Biz hiç mi ötekileştirmiyoruz ya da ötekileştirmedik birilerini? Yoksa her durumda yalnızca kendi savunmamızı yapıp, kendimize toz kondurmamaya devam mı ediyoruz? Uzaktan değil, önce yakından başlamak lazım. Ben böyle düşünüyor, buna inanıyorum. Tek endişem bunun için çok geç kalınmış olması… Kızgınım, kırgınım, sinirliyim evet, tam böyle hissediyorum. Hep güzler yüzlü olan, her nasılsın denildiğinde iyiyim diyen insanın sanki hiç sıkıntısı yokmuş, hiç bir şey umurunda değilmiş, onun için her şey yolundaymış gibi sanılabilir. Ama ben yine de elimden geldiğince güler yüzlü olmaya ve iyiyim demeye devam edeceğim.
Peru mu? Tabii yazacağım ama bunları da yazacağım. İstemeyen okumasın. Korkaklar, en çok da kendinden korkanlar !!! Onlar zaten bu satırlara bile gelememiş olabilir.
Cusco’yu yazı dizisinin içinde okuyacaksınız ama ben daha önce başka bir şey anlatacağım. Cusco, Peru’nun biraz daha güneyinde ve ortalarında yer alan bir şehir. Benim en az görebildiğim ama en sevdiğim yer orası oldu. Zaten bir Lima bir de Cusco’yu gördük Peru’da… Ha bir de daracık zamana Ballestas adalarını sığdırıp, kuşları da görmeyi ihmal etmedik onu da atlamayayım. Aaaa Puno’ya da gittik… Neyse ben yine Cusco’ya döneyim; Lima’dan (Peru’nun başkenti) Cusco’ya uçakla geçtik. Hava alanından çıkacağımız zaman bir polis ablukası ile karşılaştık. Ana, büyük çıkış kapısı zincirlenmiş, çıkış, yandaki küçük kapıdan sağlanıyordu. Bu görüntü bize çok yabancı olmadığı için ürkmedik ama hayırdır inşallah ne oluyor ki dedik tabii. Yerel rehberimiz öğretmenlerin sosyal hakları için eylem yaptığını, aracımızın bu nedenle havaalanına giremediğini, biraz yürümemiz gerektiğini söyledi. Polis barikatının içinden geçip yürüdük. Araca vardığımızda, araca binip bir kaç yüz metre gitmemiştik ki trafiğin de tıkandığını gördük. Eylemci öğretmeler yolu kesmişler. Karşıdan bir grup turist, ellerinde bavullarıyla, hızlı hızlı havaalanına doğru yürüyordu. Anlaşılan yollar kesilince uçaklarını kaçırmamak için acele ediyorlardı. Bir süre aracın içinde bekledikten ve yerel rehberin telefonla aldığı haberlerden sonra, araçtan inip, bir süre yürümemiz ve protesto gösterilerinin yapıldığı alandan geçerek, bizi alacak başka bir araca binmemiz gerektiğini anladık. Araçtan inip bir süre yürüdükten ve sonra yine bir polis ablukasını geçtikten sonra eylemcilerin arasından, başka bir caddede bizi bekleyen araca ulaştık. Cusco’nun havaalanına giden ana yolu eylemciler tarafından kesilmişti ve polis hiç bir şey yapmadan (gaz, ilaçlı su sıkmıyor, tomaları insanların üzerine sürüp, kimseyi dövmüyor, yakapaça yerlerde sürüklemiyordu) yalnızca güvenliği sağlıyordu. Siz benim yerime bu görüntüleri görseniz ne düşünürdünüz? Hiçbir yorum yapmadan yalnızca gözlemlerimi aktardım size. Ha bu arada Cusco şehri, dünyanın yedi harikasından biri olan ve günde 2000 kişinin ziyaret ettiği Machu Picchu’nun olduğu şehir. Yani Machu Picchu’ya gitmek istiyorsanız Cusco’ya gitmek zorundasınız. …ve bizim Cusco’ya indiğimiz gün başlayan eylem, ertesi gün de herhangi bir polis müdahalesi olmadan devam ettiği gibi, eylemciler Cusco’ya tüm giriş çıkışları (ana arterlerin hepsini) kapattığından, bizim Machu Picchu’ya gitmemiz de tehlikeye girmişti.
Aracımız arka yollardan birine yöneldi ama tüm yollar kapatılmıştı. Polis ise eylemcilerle anlaşma yoluna gitmeye çalışıyor ama asla şiddet kullanmıyordu. Buna da ertesi gün Machu Picchu’ya gitmeye çalışırken tanık olduk. Yapılan anlaşma ile saatte bir –şimdi saat konusunda çok emin olamadım ama sanırım öyleydi- araçlara geçiş izni veriliyor, bir miktar araç geçtikten sonra eyleme devam ediliyordu. Evet biz de geçtik, Machu Picchu’ya da gittik. Gidemeyebilirdik. Ama bu eylem, öğretmenlerin haklı bir protestosuysa ve onların haklarını almalarını sağlayacaksa ve üstelik bizim ülkemizde yaşanan üzücü görüntüleri görmekten ve yaşamaktansa dünyanın yedinci harikasını görmemeyi tercih ederdim.
Türkiye’ye dönünce Peru’daki eylemler ile ilgili internette bir araştırma yaptım, acaba Peru’da hiç polis gücü kullanılmıyor mu diye. Ne yazık ki zaman zaman orada da sert polis müdahaleleri olduğunu gördüm. Ben biz oradayken tanık olduklarımı yazıyorum.
Her insan zaman zaman haksızlığa uğrayabilir, öyle olduğunu da düşünebilir ki hiç kimse durup dururken böyle bir düşünceye kapılmaz bence. Böyle durumlarda karşıdakiyle bir anlaşma noktasına gelinmesi gerektiğine inanıyorum, şiddetle karşılık verilmesine değil. Bunun da tek yolu demokrat olabilmekten ve erdemden geçiyor. Bazı aileler vardır çocukları onların gelenek göreneklerine ya da aile kurallarına uymuyor diye çocuklarına şiddet uygulayan, dayak atan, odaya kitleyen, çeşitli cezalar, yasaklar getiren babalar vardır örneğin. Toplumda yaşanan hak arama eylemleri sırasında devletin elindeki gücü halkı üzerinde şiddet olarak kullanmasını, onlara aykırı düşünen yazarlarını, düşünürlerini, öğretim görevlilerini, sanatçılarını hapse atmasını biraz buna benzetiyorum ben.
İyi yönetilebilen hiç bir ilişkinin şiddet doğurmayacağına, şiddet içermeyeceğine inanıyorum. İyi bir yönetim ise, bilgi, görgü, saygı, nezaket, ılımlılık, adalet, alçakgönüllülük, sadelik, iyi niyet, mizah içerir. Daha yazayım mı? Bunları ben söylemiyorum, okuduğum kitaplar, bilim adamları, sanatçılar söylüyor. Okumadan, izlemeden, dinlemeden, tüm bunları içselleştirmeden nasıl iyi bir ilişki yönetimi kurulabilir ki? Üstelik insanoğlu denen yaratık, içinde onca ego barındırırken… Bugün Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Heykeli polis ablukası altında. NEDEN? Kimse durup dururken polis şiddetine uğramak, hapishanelere atılmak, işsiz kalmak, biber gazı soluyup, ilaçlı sulara maruz kalmak istemez. NEDEN bir insan böyle bir şiddete maruz kalmak istesin ki? Tüm bunları göze alan insanın gerçekten de bir derdi, bir sorunu var demektir. …ve hiç bir sorun, şiddetle çözülemez, ancak geçici bir süre bastırıp, susturulabilir, yokmuş gibi gösterilebilir. Bunu her aklı selim insan biliyor olmalı, ama nedir bu yaşanalar öyleyse? Akıl tutulmasından başka ne olabilir?
İyi yönetilebilen, medeni ilişkilerde bunlar olmaz. İnsanın bir kalbi, bir aklı, kendini ifade edebileceği bir dili ve karşındakini duyması için sahip olduğu bir çift kulağı varsa eğer ve uygarlık tarihinin geldiği noktada medeniyetten bahsetmemiz gerekiyorsa, benim bu şiddet olaylarını anlayabilmem, kavrayabilmem mümkün değil. Ben buna inanıyorum. Okuduklarımdan öğrendiğim bir şey varsa o da budur. İktidar hırsı, her türlü çıkar ve ego insanı şiddete yöneltir. Şiddetse ilkelliktir. Kiminin dilidir silahı, kiminin top, tüfek, cop…
Bir süredir dilime, aklıma, yüreğime takılan bir parça çalacağım. Ne Peru ile ne de şimdiye kadar yazdıklarımla hiç bir alakası yok bu parçanın. Aslında var da biz daha bu noktadayken o derinliğe inmek biraz hayal olur. Biraz gevşeyeyim, sonra başlarım belki Peru’nun, Bolivya’nın “RENKLERİNİ” yazmaya… Hayatımıza, hayatıma anlamlar, renkler katmaya çalışmaya….
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 10:24 at 10:24
“Nasıl bir dünya mı? Haksızlıkların olmadığı bir dünya…İnsanların hepsinin mesut olduğu, hiç olmazsa iş bulduğu, doyduğu bir dünya…Hırsızlıkların, başkalarının hakkına tecavüz etmelerin bol bol bulunmadığı…Pardon efendim! Bol bol bulunmadığı ne demek? Hiç bulunmadığı bir dünya…”
Sait Faik Abasıyanık
Dünyayı bu hale getiren kılçık sistemin yerinden edilebileceği hayali ile tohumlar ekiyorum.
Ezberimde şiirler var.
Ağacın köklerinden öpüyorum, büyü.
Dalgalanan gözlerim, haykır.
Alın terinde umudunu koruyan adam/kadın/çocuk, söyle. Söyle neden kolay değil.
Başım sıkışınca koşan arkadaşım, gözlerime güvenen sevdiğim, uyanışım, ağlayışım anlat kimim ben.
Bu gül, bu zeytin, şu bahçe, o kalem diyebildiğim berrak dilim, Türkçem, şiirim, daldığım denizim durma.
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 11:02 at 11:02
Dünya çok güzel, gez gez bitmiyor…Ben de taze emekli olarak bir çok gezi yapma şansına sahipken araştırma bile yapamıyorum aynı nedenlerle… Oysa onları da yapamazsak hiç dayanma gücümüz kalmayacak…Güce ihtiyacımız var. Daha güzel günler dileğiyle…
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 11:28 at 11:28
sevgili başak,
neden ülkemiz böyle oldu. biz neden bir sürü yapılan ikazları dinlemedik. tam cahil halk gibi hareket ettik. cevapları belli ama itirafı zor. yüce atatürk’ün kurduğu ve ve kurmaya çalıştığı tüm ülke sistemleri, 1950 sonrası gayet de bilinçli şekilde dışarıdan ve yönetimdeki hükümetler tarafından bozuldu, yok edildi. burada ben ‘oltadaki balık türkiye’ kitabını israrla herkese tavsiye ederim. inşallah bu daha iyi günlerimiz demek isterdim ama şimdi ülkemiz birde ortaçağ karanlığına çekilmeye çalışılıyor. üzüntüm sonsuz…..
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 11:40 at 11:40
Albert Camus, “Ağaç vardır, insansa varolur,” demiş. Yolculuklar -hangi türden olursa olsun- hepimiz için, varoluşumuz için. İyi ki yolculuklara çıkıyorsun ve güzelliklerle dönüyorsun. Heyecanlı kucaklaşmalara…
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 12:14 at 12:14
Daha bugün Başak nerelerde acaba ? diye aklımdan geçirdim. Hoşgeldin … Sonra yazını bir solukta okudum.Nasıl da güzel içimizdekileri dile getirmişsin.
Evet evet , aynen bölye , diyerek okudum .
Daha güzel günler için umudumuzu kaybetmeyelim , diyorum,
Eline sağlık
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 18:51 at 18:51
Güzel olmuş..eline saglik:) Cesaret önemli…en önemlisi cesaret…Cesur olmamız lazım..Cesur olmak için gerekli olan nedir acaba? Ya da insan niye korkar..neyden korkar..neden korkar..?? Insanı korkar hale getirmek için ne yapılıyor ki..Yıllarca pompalananlar hep yalan mi..Biz korkak bir millet miyiz??? Yoksa Aziz Nesin’e hak verip…üstelik bunu hep ötekine atıp ..bakalım bunu hakediyormuyuz deyip..
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 19:18 at 19:18
Ahmet İnam Hocamızın son okuduğum yazısını göndermek istiyorum, ancak buraya sığamayacağından iki paragrafı arka arkaya göndereceğim. Pek güzel anlatmış:
“Açıklık ötekinedir. Bizim gibi yaşamayana, bizim gibi olmayana, düşünmeyene, inanmayana açıklıktır. Yoksa dünyayı yaşanası bir dünyaya açamayız. Açık zihinler, açık gönüller, ferah canlar böyle bir açıklığa sahiptirler.
Açıklık farklıya açıklıktır. Farklılıklarla zenginleşmektir.
Açıklık kucaklaşmanın ilk adımıdır.
Açıklık kendine açıklıktır. Kendini kendinden kaçırmamaktır, saklamamaktır.
Açıklık bize öğretilenin ötesine, yaşadıklarımızın, anladığımızı sandıklarımızın, bildiklerimizin ötesine açılmadır. Aşkınlıktır. Gelişime, geleceğe, dünyaya, canlıya, evrene, varlığa açık olmadır. Açıklığını yitirmiş bir dünya, bir kent, bir insan özdemini yitirmiştir.
İkinci temel özdem (hocam erdem yerine kullanıyor bu kelimeyi), içtenliktir. Açıklığın içimizden gelmesi, içimizle dışımızın buluşmasıdır. İçtenlik kendimizi sakınmadan sunma, dürüst olmadır.”
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 19:19 at 19:19
Devamı: “Açıklıkla içtenlik güç ister. Can gücü, iç gücü zayıf olanların özdemli olması zor görünüyor. Özdemli olmak çaba, emek, bilgi gerektirir. Böyle bir güç, üçüncü temel erdem sahibi özerk insanlarda vardır. Özerklik, özgür iradesi olan, kendi başına düşünüp kendi başına eyleyebilen insanda bulunur. Açık, içten, özerk insanın yaşama gücü onun yaşama saygısından gelir.
Dördüncü temel özdem, insanın yaşam atılımı yapan, tutkulu, heyecanlı yanından gelir. O bu özdemiyle şevk sahibidir. Dördüncü özdemimiz, içimizdeki yaşama sevincimiz, yaşama, değerlere bağlılığımızdır. Şevkimizdir, coşkumuzdur. Bedenimiz, duygularımız, aklımız ve yorum gücümüzden kaynaklanan yaşam pınarımız, arama, araştırma aşkımızdır. Kör tutkulara değil, sahici olana, gerçek olana yönelen içten ilgimiz, heyecanımızdır. Şevksiz bir insan nasıl kurabilir kendini, nasıl atılır özdemleriyle bilinemezin arandığı zorlu yaşam yolculuğuna?”
Bu yolculuk geçmişin aranmış, yaşama katılıp yaşamla yoğrulmuş değerleriyle yapılır. Geleneğin köklerine ulaşarak özdemli olur insan. Köklerini arar. Köklerinden gelen yaşam enerjisiyle geleceğe uzanır. İstikbal köklerdedir. Bu köklerden gelen beşinci özdemimize edep diyorum. Kök değerlerimizdir edep. İnsan olma çabasını, insan sevgisini, saygısını, dürüstlüğü, ötekine olan sorumluluğu içerir.
Özdemlerini arama yolculuğuna çıkanlara iyi yolculuklar dileyelim!
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 19:28 at 19:28
https://www.youtube.com/watch?v=gI9d8Kq8_24
elini tuttum sıcacıktı, yüreği elindeymiş gibi… sevmek dostluktur… Yazıyı okuyup bunu dinleyince paylaşmak geldi içimden…
08 Temmuz 2017 Cumartesi, 19:38 at 19:38
Paylaşım ve katkılarınız için teşekkür ederim. Necla’ım Selvi Boylum Alyazmalım benim için ne kadar özel, bunu bilen sayılı kişlerdensiniz. Bu filme ve müziğine yapılacak yorumların en az film kadar naif ve özel olmasını beklerim… Ve Babur’un bu yorumu bu kadar mı yakışır…
İlk defa dinlediğim bu yorum için ayrıca teşekkür ederim.
10 Temmuz 2017 Pazartesi, 15:19 at 15:19
İçim acıyor, aydınlık mutlaka gelecek inanıyorum, toprak ana kimseyi, hiçbir canlıyı incitmeden verirken, suyu, havayı…. biz kadınlar, analar bir sürü hata yapmış vermeyi bırakıp hep almaya başlamışız……..evlatları kız erkek diye ayırmış, verme şeklini bozmuşuz. Doğuran analar elbet öğrenecekler yeni hayatlarda yaptıkları yanlışları, yaşamamız gerekmiş bu gerçekleri yaşıyoruz.
12 Temmuz 2017 Çarşamba, 10:17 at 10:17
Başak’cığım uzun zamandır hiç ses yok derken yine yapmışsın yapacağını bizim gibi düşünen bir çok insana tercüman olup döktürmüşsün eline gözüne beynine sağlık…
13 Temmuz 2017 Perşembe, 11:28 at 11:28
Yüzümüz gülse de bazen içimizde haykırılası isyanlar birikiyor. Bu isyanı nasıl ekip biçtiğimiz çok önemli geliyor bana. Oluşan bu enerjiyi, pratiğe ve güzelin yayılımına harcamak için içimizde biriktiriyor olsak gerek. Acılı ve zor olsa da.
Şarkıya da bayıldım, su gibi.
13 Temmuz 2017 Perşembe, 18:44 at 18:44
Merhaba canım. Kalemine sağlık. Severek ilgiyle takip edecegim7
31 Temmuz 2017 Pazartesi, 15:52 at 15:52
Sevgili Başak, yine yine ve yeniden içimi tam anlamıyla kelimelere döken bir yazı yazmışsın. Çok özlemiştim kalemini. hele seçtiğin şarkıda üstüne kaymak tadında geldi. Teşekkürler.