Kızılcahamam’ın Renkleri
Eve gelir gelmez yutmoğraf makinemin pilini şarja takıp, dün yaz uykusundan uyanan salyangozlarıma marullarını verdikten sonra, kendimi sıcak duşun altına attım. Duş teknesinden akıp giden yalnızca toz, su ve sabun değildi. Nasıl tarif edeceğimi bilemediğim tuhaf bir şeyin de ayak, bacak ve sırt kaslarımın arasından süzülüp, duş teknesinin süzgeç deliğinden aktığını hissettim. Duştan çıktığımda biraz daha rahatlamıştım ama şöyle güzel bir masaj da şahane olurdu doğrusu 🙂 Fiziksel olarak canıma okuyan ama ruhuma şifa bir günün ardından, acaba yarın yürüyebilecek miydim diye söylenerek, bilgisayarımın başına geçtim.
Bana ne mi oldu? En azından yazının başlığından anlamış olmalısınız 🙂 Bugün Kızılcahamam’a doğa yürüyüşüne gittim. Öyle Eymir’in etrafında atılan 2 saatlik turlara filan benzemiyordu bu. Aslında doğa yürüyüşlerine ilk katılışım değildi ama dalışa başladığımdan beri de doğa yürüyüşlerine gitmez olmuştum. Hafta sonları Eymir’in etrafında turlayıp duruyordum, hepsi o… Hatta bu sene onu bile yapmamıştım.
Sabah 7:30’da Milli Kütüphane’nin önünde olmalıyım. Evden çıkarken son dakikada akılıma gelen yutmoğraf makinemi de sırt çantama attıktan sonra, grubun beni alacağı yere, Milli Kütüphane’nin önüne gittim. Grup lideri Gökhan’ın dışında grupta tanıdığım hiç kimse yoktu. Beni her zaman buruk hissettiren ama çok yabancı olmadığım bir duygu kapladı içimi. Neyse ki çok yabani değilimdir. Yine de gidiş yolu boyunca ağzımı bıçak açmadı. Gökhan beni sohbetlere katmak için birkaç sefer laf attı ama ben bir iki pantomim hareketiyle bana gelen pasları kolayca savuşturmayı başardım. Bizi Kızılcahamam’a taşıyan aracının içinde on kişiydik. Dokuz kişinin beşini, dört yeğeni ile birlikte yürüyüşe katılan Teyze Hanım oluşturuyorlardı. Jülide, Esat Abi, Jak önceden tanışıyorlardı. Esat Abi’nin yürüyüş boyunca korkunç bir performansa sahip olduğunu gördüm. Jak çok esprili, enerjisi yüksek bir Hollandalı’ydı. Benim gruba ısınmamda çok etkisi oldu. Sürekli olarak çektiğim fotoğraflara takılıyor, yutmoğraf makineme övgüler yağdırıyordu. Esat Abi’ye baktıkça insanın aklından yorulmak hissi uçup gidiyordu. Gökhan iyi bir rehber, iyi bir yol arkadaşıydı. Her ne kadar bu tür yürüyüşlerde ben kendi başıma yürümeyi tercih etsem de zaman zaman Gökhan’ın yanıma gelerek veya grubu toplayarak verdiği bilgiler, o bölgeyi tanımama yardımcı oldu.
Yürüyüşü Kızılcahamam’daki Soğuksu Milli Parkı içinde yaptık. Araçtan indikten sonra yaklaşık on beş dakika, piknik alanında yürüdükten sonra ormanın içine daldık. Artık ortalıkta piknik masası, asfalt yol filan kalmamıştı. Zaten -sanırım ramazan dolayısıyla- piknikçilerde yoktu. Piknik alanı bomboştu. Sürekli tırmanıyorduk. Etraftaki bitki örtüsü fotoğraf için çok güzel kareler sunuyordu. Birçok şey gözüme takılıyor, içlerinden en çok ilgimi çekenin başına dikiliyor, fotoğraf çekmeye çalışıyordum. Çekmeye çalışıyordum diyorum, çünkü ben fotoğraf çekerken ekip yürümeye devam ediyordu. Hepsi de motor takmış gibi… Sualtında da aynı şey olur. Fotoğrafçılar hep gruptan ayrı düşerler. Ama orada işler daha kolay. Çok sıkıştın mı çık yüzeye. Burada o şans yok. Gruba yetişmek zorundasın. O zaman ne yapıyorsun; 3-5 dk fotoğrafa harcıyorsan bir o kadar da tabana kuvvet gruba yetişmeye çalışıyorsun. Hele bir de sabah parkuru paso tırmanıştı ki şu an ayak tabanlarımın falakadan çıkmış bir halde olmasının tek sebebi bu yokuş yukarı koşturmalarım oldu.
Yol boyunca deliler gibi fotoğraf çektim. Evden çıkarken son dakikada aklıma gelen ve çekecek bir şeyler olur herhalde diye hasbelkader yanıma aldığım yutmoğraf makinemle o kadar çok fotoğraf çektim ki öğle yemeğinden az sonra pili bitti. Geniş açı çekmeyi pek sevmiyorum, onun için makineyi yanıma almak konusunda çok heyecanlanmamıştım. Bununla birlikte bu gezide geniş açı dışında doğada o kadar fazla detay varmış ki onu farkettim… Onlarca doğa yürüyüşü yapmış olmama rağmen, sanki her şeyi ilk defa görüyormuş gibiydim. Meğer insanın eline bir yutmuğraf makinesi geçince gözleri farklı şeyler görüyormuş da benim haberim yokmuş. DÜNYAYA FARKLI GÖZLE BAKMAK ! bu olsa gerek 🙂
En çok ilgimi çeken pamuklu bitkiler oldu. Bunların adlarını bilmiyorum ama fotoğraflarda göreceksiniz. Sonbaharda bu bitkilerin etrafı pamukla kaplanırmış. Ben fotoğrafta soyut çalışmaları sevdiğim için bunlara çok takıldım. Ama dediğim gibi zaman yetmediği için ancak bu kadar görüntü alabildim. Oysa bir bitkinin etrafında rahat yarım saat geçer… Bir de bir yerde tam bir örümcek ağı gördüm. Çok güzeldi ama güneş öyle bir geliyordu ki, etrafında dört dönmeme rağmen fotoğrafını çekemedim 🙁
Öğle molamızı oduncuların yerinde verdik. Biz gittiğimizde kimse yoktu. Herkes hemen oduncuların kendi yaptığı derme çatma masanın etrafında toplandı. Derme çatma derken yanlış anlamayın, öyle hazır piknik masalarından değildi demek istiyorum. Oduncuların kendi kestikleri kütüklerden yaptıkları, şekli yine piknik masasına benzeyen bir masa. Hatta bu masa normal piknik masalarından daha konforluydu çünkü oduncular bir de sırtlık yapmışlardı. Millet masaya, ben kendimi yere attım. Sırt üstü yere uzandığımda toprağın vücudumu kendine doğru çektiğini hissettim. Yaklaşık 3 saatlik tırmanış yormuştu. Ama hala elimdeki fotoğraf makinesi ile yattığım yerden bir şeyler çekiyordum. Şakacı Jak, takıldı yine “Ne o Başak, uyurken de mi fotoğraf çekiyorsun yoksa?”. “Evet” dedim, “Rüyalarımın fotoğraflarını çekiyorum”.
Muhteşem yerlerden geçtik. Parkurlarımız gerçekten zorluydu biraz ama doğal görüntüleri açısından da tam bir ziyafetti. Hele tepelere varıp da gök kubbenin altındaki yeşil dalgalara bakmak, tüm yokuşun yorgunluğunu unutturuyordu insana. Aslında kelimelerin kifayetsiz kaldığı zamanlar vardır ya… İşte bu da onlardan biri. Ne kadar debelensem de sizlere gördüklerimi anlatmak pek kolay değil. En iyisi mi size çektiğim fotoğrafları göstereyim. Biraz da onlar anlatsınlar. Her ne kadar çoğu soyuta yakınsa da ne yapalım idare edin artık 🙂
Dönüş yolculuğunda milleti bilmiyorum ama ben nakavt vaziyette arka beşliye serildim. Sabah çorba içtiğimiz “Mevlana” tesisinde bu sefer sucuklu yumurta yedim ama çorbayı tercih etmenizi öneririm. Bizim dalışçıların “Koca Yusuf”u gibi doğa yürüyüşçüleri de “Mevlana”da duruyorlar. Sonra bir de Kazan tarafında ekmek-kavun satan bir yerde durduk. Millet orada da evine kavun karpuz, pide, ekmek filan adı. Benim eve taşıdığım ise yalnızca oduncuların oradan aldığım kesilmiş 2 odun parçası ile Oğuzhan ve Canay için topladığım koca bir torba kozalaktı…
Çok yoruldum, ama yıllar sonra bu yürüyüş bana o kadar iyi geldi ki…
Buyurun Kızılcahamam’ın renklerine;
Sevgiler,
Başak Çetin